Kıtalar 250 Milyon Yıl Sonra Yeniden Birleşecek!

Bundan 250 milyon yıl önce bir kutuptan diğerine uzanan tek bir kıta vardı. Bu birleşik tek kıtaya PANGAEA (pencia) adı verildi.

250 milyon yıl içinde kıtaların yeniden bir araya geleceği tahmin ediliyor. Kıtaların birleşme şekilleriyle ilgili çeşitli varsayımlar ortaya atılsa da kesin olan, insan türünün bu yeni birleşik kıtayı göremeyeceği.

Tarihler 250.000.000 yılını gösterdiğinde Dünya büyük bir olasılıkla hâlâ var olacak. Ancak insanlar uzun süre önce yeryüzünden silinmiş, ortaya çok çeşitli ve farklı yaşam şekilleri çıkmış olacak.
.
Eğer geleceğin Dünya'sını ziyaret edebilseydik, karşımıza bugünkünden çok farklı bir manzara çıkacaktı. Kıtalar birbirine çarparak dev boyutlarda tek bir kıta oluşturmuş; bu devasa kıta kocaman bir okyanus ile kuşatılmış; karaların büyük bir kısmı canlıların yaşayamayacağı kadar vahşileşmiş; kıyılar çok şiddetli fırtınaların insafına terkedilmiş; okyanuslar yüzeyde çalkantılı, derinlerde sakin, oksijen ve besin açısından son derece fakir bir hale gelmiş olacaktı. İnsanları ve başka canlı türleri büyük bir olasılıkla hastalıklar ve savaş nedeniyle ortadan kalkmıştı.


BİRLEŞİK TEK KITA NE İLK NE DE SON

Jeologlar artık Dünya'daki kıta hareketlerinin döngüsel olduğunu ve her 500 ile 700 milyon yılda bir birleşen tek bir kıta oluşturduklarını düşünüyor. Bu süreç doğanın en görkemli döngülerinden biridir.

En az iki birleşik kıtanın varolduğu ileri sürülüyor.
Bunlar Rodinia ve Pangaea' dır.

Yer kabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km kalınlığındaki Dünya yüzeyi "tabaka" adı verilen parçalardan oluşmuştur.
Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. "Tabaka tektoniği" adı verilen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak Dünya üzerinde hareket ederler...
.
Kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir.

Kıtalar, yedi ana tektonik levhanın altında yer alan Dünya mantosunun dairesel hareketlerine bağlı olarak hareket halindedir. Levhalar, birleştikleri noktalarda, dalma-batma denilen bir sürece bağlı olarak birbirlerinin altına doğru itilir. Levhaların gerilimi, kabukta yarılmalara yol açar. Böylece ortaya çıkan yarığı eriyik halindeki kayalar doldurur. Bu süreç, okyanus kabuğunun sürekli olarak yeniden yapılandığı ve yok edildiği anlamına gelir. Fakat kıtaları oluşturan kayaçların yoğunluğu, okyanus tabanını oluşturan kabuktan daha az olduğu için, kıtalar mantonun daha üst kısmında hareket eder ve böylece dalma-batma hareketinden kurtulmuş olur.Sonuç olarak kıtalar, gezegenin çevresini yavaş yavaş dolanırken, kendi şekillerini yüz milyonlarca yıl boyunca korurlar. Ne var ki bu hareketin sonucunda kaçınılmaz olarak kıtalar birbiriyle çarpışır ve bazen de çarpışmanın şiddetiyle kenetlenerek tek bir birleşik kıta oluştururlar.

En son Pangaea 300 milyon yıl önce oluştu. 100 milyon yıl sonra dinozorların evrimi sırasında ayrılmaya başladı. 1.1 milyar yıl önce Rodinia adı verilen yine tek bir birleşik kıta oluşmuştu ve 250 milyon yıl sonra bu kıtada da ayrılmalar başlamıştı. Bu tarihten önce, daha başka birleşik kıtaların da oluştuğu tahmin ediliyor ancak bu tek kıtaların herbiri kendinden öncekilerin izlerini yok ettiği için önceden kaç tane birleşik kıtanın oluştuğu konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değil. Ortak görüş, Dünya üzerindeki tüm kara parçalarını kapsayan gerçek iki büyük birleşik kıta -Pangaea ve Rodinia- olduğu yönünde.

DÖNGÜNÜN NERESİNDEYİZ?
Şu anda döngünün tam orta noktasında olduğumuz söylenebilir. Pasifik yavaş yavaş kapanırken, okyanus kabuğu kuzey Pasifik'te dalma-batma bölgelerinde batıyor. Bu arada Amerika kıtaları, Avrupa ve Afrika'dan uzaklaşırken, Atlantik-Ortası-Sırtı yeni bir okyanus tabanı oluşumunu besliyor. Afrika ise kuzeye doğru ilerleyerek Avrupa'nın güney kıyılarına yaklaşıyor. Avustralya kuzeye doğru, güney-doğu Asya'ya doğru kayıyor. Kıtaların hareket hızı yılda 15 mm- bu da el tırnaklarının uzama hızına eşittir.

Zamanı 50 ile 100 milyon yıl ileriye çekersek, bu sürecin nasıl ilerlediği konusunda daha net bir görüntü elde edebiliriz. Ancak Dünya'nın geleceği ile ilgili tahminlerde bulunmak için yalnızca kıtaların bugünkü hareketlerine bakmak yeterli değildir. Texas Üniversitesi'nden Christopher Scotese bu problemi otobanda yol almaya benzetiyor: "5 veya 10 dakika sonra nerede olacağınıza ilişkin bir tahminde bulunabilirsiniz. Ancak her zaman kazaları, insanların şerit değiştirmesini veya yolun ikiye ayrılma olasılığını göz önünde bulundurmanız gerekir. Bu gibi durumlarda seçim yapma zorunluluğu ile karşılaşabilirsiniz."

BİRLEŞME YOLLARI

Bugünkü kıtaların birbiriyle birleşmesi için iki yol vardır. Atlantik genişlemeye devam ederse, Amerika kıtaları Asya'ya çarpabilir. Bir diğer seçenek de Atlantik'te bir dalma-batma bölgesinin açılması, dolayısıyla Amerika ve Avrupa'nın birbirine doğru itilmesidir. Bu da Pangaea'nın yeniden oluşmasının yolunu açacaktır.

1992 yılında Güney Afrika'da Cape Town Üniversitesi'nden jeolog Chris Hartnady bundan sonraki birleşik tek kıtanın nasıl oluşacağı konusunu araştırdı. Hartnady, Atlantik genişlemeye devam ettikçe "Kuzey-doğu Sibirya ekseninin etrafında, saat yönünde salınım yapan Amerika kıtaları, geleceğin tek kıtasına doğu kıyısından kaynayacak gibi gözüküyor" diye konuşuyor. Harvard Üniversitesi'nden jeolog Paul Hoffman bu kıtayı "Amasia" olarak isimlendiriyor. Geleceğin bu yeni kıtasında, Avustralya kuzeye doğru ilerlerken, Afrika bugünkü yerini koruyacak. Antarktika bu tek kıtayla birleşmeyecek ve Güney Kutbu'nda varlığını sürdürecek. Hoffman, "Antarktika herhangi bir dalma-batma bölgesine bağlı olmadığı için hareket etmesi için nedeni yoktur" diyor.

Cambridge Üniversitesi'nden Roy Livermore da aynı modele destek veriyor. 1990'lı yılların sonunda Amasia'yı biraz değiştirerek yeniden yaratan Livermore kendi versiyonuna Novopangaea adını verdi. "Hint Okyanusu ve Kuzey Atlantik arasında yeni bir rift (yarık, çatlak) yarattım" diye konuşan Livermore, "Doğu Afrika Rift'inin aktif olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla gelecekte küçük bir okyanus açmamız yanlış olmaz. Doğu Afrika ve Madagaskar Hint Okyanusu'ndan ilerleyerek Asya ile çarpışırken, Avustralya'nın güney doğu Asya ile daha önceden birleşmiş durumda olacak. Bu arada bugün Hindistan olarak bildiğimiz güney Asya'da bir dağ sırası, yeni bir dalma-batma bölgesi boyunca denizden yükselerek ortaya çıkacak" diyor.Livermore'un geleceğinde, bugün varolan bütün kıtalar hazır bulunacak. "Antarktika'nın güney kutbunda kalacağını düşünmüyorum" diye konuşan Livermore, "Bunun kuzeye gelmesini istiyorum. Bunun için yeni bir dalma-batma bölgesi ortaya çıkabilir ve Antarktika'yı sürükleyebilir. Bu tablonun en güzel yanı, kimsenin bunun yanlış olduğunu kanıtlayamamasıdır" diyor.

Bu doğru olabilir, fakat diğer bilim adamları gezegenin ilerde nasıl görüneceği konusunda farklı düşünüyorlar. Scotese, mesleki yaşamının büyük bir kısmını bugün kıtaların yerleşim şekillerini incelemeye ve bu bilgilerin ışığı altında kıtaların gelecekte nasıl hareket edeceğini hesaplamaya ayırdı. Scotese'ye göre gezegenin geleceği Hoffman ve Livermore'un projeksiyonlarından çok farklı olacak.



SCOTESE'İN PROJEKSİYONU

Hoffman ve Livermore gibi Scotese'de bundan sonraki 50 milyon yıl sonra Afrika'nın kuzeye doğru ilerleyeceğini, Akdeniz'i kapatarak güney Avrupa'da Himalayalar gibi bir sıradağlar oluşturacağını öngörüyor. Avustralya dönecek ve Borneo ve güney Çin ile çarpışacak.

Fakat 200 milyon yıl sonra her şeyin değişeceğini söyleyen Scotese, Atlantik'in batı kıyılarında dalma-batmanın başlayacağını, genişlemenin duracağını ve Atlantik'in daralmaya başlayacağını ileri sürüyor. Bunun sonucunda dünyanın kara kütlesinin büyük bir kısmı bir araya gelecek. Birleşik Avrupa-Afrika kuzey Amerika ile çarpışacak.
Sonuçta ortaya çıkan birleşik kıtaya önce Pangaea Ultima adını veren Scotese, bugün bu ismi Pangaea Proxima olarak değiştirdi. "Ultima ismi beni rahatsız etti, çünkü bu, bir daha başka birleşik kıta olmayacağı anlamına geliyordu" diye konuşan Scotese, bu döngünün birkaç milyar yıl daha devam edeceğini ileri sürüyor.

KİMİN MODELİ DOĞRU?

Şu anda kimin modelinin doğru olduğunu kimse bilemiyor. Ancak herkesin ortak fikri bir sonraki birleşik kıtada yaşam koşullarının çok sert geçeceği. "Birleşik kıtalarda koşullar hep aşırı boyutlardadır" diye konuşan İngiltere'de Bristol Üniversitesi'nden klimatolog Paul Veldes, Pangaea'nın hava koşullarının ancak jeolojik kanıtlardan elde edilebileceğini söylüyor. Örneğin sıcak ve ıslak koşullarda oluşan kömürün, veya sıcak iklimlerde kuruyan göl çökellerinin oluşturduğu mineral tortularının konumu iklimler hakkında doğru bilgi verebilir.
Bu kanıtlardan yola çıkarak ileride hava koşullarının nasıl olacağına ilişkin bilgisayar modelleri yapılabilir. Bu modellere göre birleşik kıtalarda sert iklimler hüküm sürecek."Pangaea'da tropikal enlemlerde hava oldukça sıcak olabilir. 44 derecede (santigrat) sıcaklığa yükselmiş olabilir. Orta enlemlerde kışlar çok soğuk, yazlar çok sıcak geçebilir. Kar yağışı çok yoğundur" diye konuşan Valdes, "Yaz aylarında bu karlar eriyerek şiddetli sellere yol açabilirler. Ancak iç kısımlarda şiddetli kuraklık görülebilir, çünkü yağmur bulutlarının iç kısımlara geçme şansı kalmayacak. Böyle aşırı koşullarda karaların çok küçük bir kısmı canlıları barındırabilir. Pangaea'da yaşanılacak tek yer tropiklerin hemen dışındaki dar bölgeydi" diyor.



BİRLEŞİK KITALARDA İKLİM KOŞULLARI

Birleşik kıtanın sahip olduğu kara kütlesinin çok geniş olması da aşırı iklim koşullarını tetikleyebilir. Valdes bu konuda şunları söylüyor: "Kara ve deniz arasındaki sıcaklık farklarına bağlı olarak Mason yağmurları çok şiddetlidir. Çok geniş bir kara kütlesine sahipseniz, kara çok ısınır ve mega masonları tetikler."Bir sonraki birleşik kıtada hava koşulları daha da aşırıya kaçabilir. Eğer birleşik kıtaların oluşumu aktif bir volkanik dönemin sonuna rastlarsa, sıcak yüzey suları aşırı tayfunları davet eder. Bu devasa iklim sistemleri, karaları saatte 400 kilometre hız ile döver.Okyanuslarda da yaşam giderek zorlaşır. Bugünkü okyanusları oksijen ve besin açısından besleyen akıntıların konveyör sistemi okyanus havzalarının şekline ve boyutlarına göre değişir. Dolayısıyla bu bağlamda kıtaların yerleşimi de önemlidir. Kıtaları yerinden oynattığınız zaman bu konveyör sistemi de temelinden bozulur. Sonuç olarak suların birkaç metre altında oksijen ve besin kalmayacağı için yaşam şekillerinin çok azı buralarda barınabilir. Ancak ekvatorun yakınlarındaki kıyılarda yaşam çok zengin olsa da koşullar zorlayıcıdır. Kıtalar birbirine sokuldukça sığ kıyıların miktarında büyük azalma olur. Bu da bazı türlerin kütlesel olarak yok olmasının yolunu açar; hayatta kalmayı başaranlar çok küçük alanlarda tıkış tıkış yaşamaya çalışırlar. Ve buralarda yiyecek için çok acımasız bir mücadele sürer. Aynı koşullar karalar için de geçerlidir. Pangaea'nın oluşumuyla birlikte ortaya Permian kütlesel yok oluşunun çıkması rastlantı değildir.
.
YAŞAM HER ŞEYE RAĞMEN....

Ne var ki yaşam yeni koşullarda da yoluna devam etmeyi başarır. 290 milyon yıl önce Pangaea oluşup, güney buzulları eridiği zaman buralarda Dünya'nın en "tuhaf" ekosistemi ortaya çıkmıştı. Artık görmediğimiz "Glossopteris" ağaçlarının yüksekliği 25 metreye erişirken, bu ağaçlar Güney Kutbu'nun 20 derece yakınlarına kadar sokuluyordu. Çok az ışıklı yazlara karşın, bu ağaçlar kışın karanlığında yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kıyılara yakın olan ağaçlar muson rüzgârları ve yağmurlarına da direndiler. Gelecek birleşik kıtada nasıl bir yaşamın hüküm süreceğini ne yazık ki insanlar göremeyecek.

Buradan alacağımız tek ders, Dünya'nın insanlı veya insansız varlığını sürdürebilmesi.


Devamını Oku..

En Eski Uygarlık Mu

Atlantik okyanusunun üzerinde olduğu iddia edilen ve varlığı, James Churcward’dan binlerce yıl önce Mısırlı rahipler tarafından Yunanlı filozof Eflatun aracılığı ile insanlığa duyurulan Atlantis, kuşkusuz uygarlığın ilk beşiği değildi. Atlantis, Mu uygarlığının bir kolonisiydi ve zaman içinde bağımsızlığını kazanarak, bir imparatorluğa dönüştü.

Peki Mısırlı rahipler durup dururken Eflatun’a bu sırrı niye vermişti?

Çünkü Eflatun da Mısır’da inisiye edilmişti ve kardeşleriydi.

Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgileri edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.

İngiliz Araştırmacı Churcward, Naacal (Mu dili) tabletlerinde Atlantis’e önemli bir yer verildiğini ve önceleri Mu’nun kolonisi olarak uygarlaşan Atlant’ların zaman içinde bağımsızıklarını kazanarak kendi imparatorluklarını kurduklarını belirtiyor. Tabletler, Mu kolonisi Atlantis’de Mu kozmik Dinini öğreten okulların bulunduğunu ancak bağımsızlık sonrası ana dinden uzaklaşıldığını ifade ediyor. Naacal tabletlerine göre Atlantlı rahipler kendi güçlerini arttırmak için ana dini yozlaştırmayı çıkarlarına uygun bulmuşlardır.

Atlantis’de dini yozlaştırma Osiris’in ortaya çıkışına kadar sürdü. Naacal tabletlerinden ikisi günümüzden 22 bin önce Atlantis’de doğan bu büyük insana ayrılmıştır. Tabletlere göre Osiris genç yaşında doğduğu yeri terk ederek Mu’ya gitti ve burada “Bilgelik Okulları”ndan birisine girdi. Mu kıtasında Naacaller arasında “üstad rahip ve kutsal kardeş” ünvanını alana kadar kalan Osiris dini bir reform başlatma görevi ile ülkesine geri döndü. Yozlaşmış atlantis dinine ve rahipler sınıfına karşı savaş açan Osiris, güçlü kişiliği ile halkı da yanına aldı ve yozlaşmış rahipleri , itibarını yitiren mabetlerden temizledi. Ölene kadar ülkesinin ruhani lideri olan Osiris, kendisine teklif edilen imparatorluk ünvanını reddetti. Öldükten sonra takipçileri ve rahip kardeşleri onun anısına, yaydığı dine Osiris dini adını verdiler. Osiris adı Mısır tanrıları arasında da geçmektedir. Bu adın Hermes (Toth) tarafından Mısır’a getirildiği fakat zaman içersinde bu saf dinin yozlaşması nedeniyle Osiris’in de ilkel tanrılardan birine dönüştüğü sanılmaktadır. Mısır tanrı panteonunda adı daima Osiris ile anılan İsis, aynı tanrının dişil ifadesi, her ikisinin oğulları olan Horus’da kutsal kelamın ifadesidir. Hermes de, Osiris ve İsis gibi bir süre sonra tanrısallaştırılmıştır. Kendisine 3 defa büyük anlamına gelen “trimejist” sıfatını yakıştırmışlardır. Mısır’da Osiris Dininin devamını yani bugünkü büyük Mısır kültürünün temelini atan Hermes hem rahip, hem kral, hem de din kurucusu olarak kabul edilmiştir. Günümüzden 16.000 yıl önce Mısır’da yaşayan Hermes, Osiris ekolünün devamını Nil deltasında kurmuştur. Hermes kurduğu okullar ve kutsal yerler ile dini yaymış ve günümüzden 5.000 yıl öncesine firavun Menes dönemine kadar Mısır medeniyetini etkilemiştir.

Atlantis’in okumalara göre 200.000 yıl öncesinde başlayan bir tarihi olduğu, birincisi bundan 50.000, ikincisi 28.000 yıl ve sonuncusu da 10.600 yıl önce olmak üzere üç büyük tufan geçirdiği anlaşılmıştır. Pekçok uygarlığın tarihinde ve mitolojide bahsi geçen bu son tufandır. Son tufan ile birlikte Atlantis tamamiyle sulara gömülmüş, kaçanların bir bölümü Tibet, bir bölümü ise bugünkü Mısır’a gelmişti.

Binlerce yıldır efsanelere konu olan Mu ve Atlantis kıtalarının batışı ezoterik kaynaklarda tufanla açıklanır. Bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Tufan, bazı bilim adamlarının iddia ettikleri gibi sadece Mezopotamya ve Ortadoğu ile sınırlı değildir. Aksine, tüm dünya insanlığının hafızasında silinemeyecek izler bırakmış olan bu felaketten en az etkilenmiş bölgelerin başında Ortadoğu gelmektedir. Diğer bölgeler tufandan çok daha fazla etkilenmişlerdir.

Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vernıiştir?

Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürnıektedir.

Churchward'un iddia ettiğine göre Mu uygarlığını araştırmasına başlaması, Batı Tibet'teki, adını vermediği gizli bir tapınağın arşivlerinde bulunan, günümüzden 15 bin yıl önce çok eski bir dilde yazılmış olan yazılmış "Naacal Tabletleri"ni okumasıyla başlamıştır. Söylediğine göre, bu tabletleri okuyabilme becerisini de yine o tapınakta bulunan bir Tibet rahibinden öğrenmiştir. Churchward sonraki yıllarda, mineralog ve arkeolog olan Dr. William Niven tarafından Meksika'da ortaya çıkarılan tabletler üzerinde çalışmıştır. Churchward’a göre, Mexico City yakınlarında 1921–1923 yılları arasındaki kazılarda keşfedilen bu 2600 tablet, Tibet’te öğrendiği Naga-maya dilinde yazılmıştı. Churchward’a göre bu tabletler 12.000 yıldan daha eskiydi.

Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğultusunda batık kıta Mu ve uygarlığııtın izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırmalarına başladı.

Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırnıacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürnıektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur.

Mu uygarlığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır. Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.

Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığinın temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.

15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları tıavayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yiikseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.

Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek Mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward’un ve Mu varsayımını destekleyenlerin Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:
  • Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.
  • Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan,üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı.
  • Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.
  • Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür.
  • Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu’ydu.
  • Mu dininin öğretimini Naakaller adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.
  • Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu.
  • Atlantis’teki din Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildir.
  • "Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.
  • Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı..
    Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler.
  • Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu'lularda olağan yetenekler olarak mevcuttu.(Bu, Churchward’un değil, bazı izleyicilerinin görüşüdür).
  • Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır. (B.Ruhselman’a göre)

Aynı anda iki dev kıtanın sulara gömülmesine neden olan felaketten söz etmeyen, dini efsanelerinde, mitoslarında kıyamet tasvirleri ile tufana yer vermeyen millet ya da kavim yok gibidir. Dünyanın dört bir köşesinden tüm kavimler tufan olayından oldukça ayrıntılı biçimde söz ederler. Bunun yanı sıra kutup buzullarının da en son 12 bin yıl önce çözüldükleri bilinmektedir. Bu büyük felâkeder zincirinin ilkinde Mu Kıtası diğerin­de ise Atlantis Kıtası arkalarında küçük adacıklar bırakmak su­retiyle tamamen batmışlardır.Tüm dünyanın değilse bile, okyanuslara uzak bölgeler ve yüksek yerler dışında her yerin dev dalgalar ve çözülen buzul sulan altında kalmasına yol açan bu felakete ne sebep olmuştur?



Çeşitli ezoterik ve okült kaynaklarda, insanlığın neredeyse sonunu getirecek nitelikte olan bu felaketin nedeni hakkında üç ayrı teori öne sürülmektedir.

Teoriler sırasıyla şöyle;

1-Bunlardan ilki, uzaydan gelen çok büyük bir meteorun, dünyanın güneş yörüngesindeki ekseninde dahi sapmaya yol açacak kadar büyük bir şiddetle Mu kıtasına çarptığını iddia etmekte. Bu teoriye göre Pasifik çukurunun oluşması ve Mu kıtasından bu denli az belirti kalmasının nedeni bu meteordur. Ancak bu teori, eksendeki sapma nedeniyle Atlantis'in de battığını öne sürerken, diğer kıtaların bu sapmadan niçin çok fazla etkilenmediklerine açıklık getiremiyor.

2-İkinci teori ise, James Churchward'ın öne sürdüğü, jeolojik nedenlerle kıtaların batması teorisi. Churchward, Atlantis ve Mu kıtalarının denizden yükselmelerine, bu kıtaların altındaki büyük gaz kütlelerinin sebep olduğunu ve zamanla bazı noktalardan yeryüzüne çıkan gazların, içinde bulundukları ceplerin boşalmasına neden olduklarının öne sürüyor. Churchward'a göre içleri boşalan bu ceplerin üzerindeki topraklar çökmüş ve kıtalar da bu nedenle batmıştır. Ancak İngiliz araştırmacı, bu olayın iki kıtada birden aynı anda ya da çok kısa aralıklarla nasıl meydana geldiğini izah edemiyor.

3-Üçüncü teori ise, uygarlık ve teknolojide çok büyük aşamalar kaydeden Mu ve Atlantis'in birbirleriyle savaşmaları ve kendi sonlarını kendileri hazırlamaları teorisi. Büyük tufandan sadece 12 bin sene, kendi uygarlığımızın başlangıcı olarak kabul ettiğimiz tarihten itibaren de sadece 6 bin sene sonra atomik güçleri kullanabilecek aşamaya geldiğimiz düşünülürse, en az 70 bin yıl yaşamış olan uygarlıkların bilim ve teknoloji alanlarında da hangi boyutlarda olabileceklerini tahmin etmek pek zor da değil. İnsanoğlunun hırsının geçmiş dönemlerde bugünkünden daha az olduğunu düşünmek için ise hiçbir neden bulunmamaktadır. Dünya egemenliğini sağlamak için, evren yasalarını kendi egoları doğrultusunda kullanmak isteyen aynı düzeydeki iki kuvvetin, iki süper gücün çekişmesine sadece günümüzde rastlanabileceğini iddia etmek ise komik olur.

İddiaların hepsi bir teoriden öteye geçemiyor maalesef. Dev dalgalar tüm dünyayı kaplarken, sadece çok yüksek bölgeler ve her iki felaket noktasına da hemen hemen aynı uzaklıkta bulunan Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz gibi nispeten kapalı bir denizin iç kesimlerinde olan yerler sel sularından daha az etkilenmiş gibi gözüküyor.

Nitekim, Nuh efsanesi ve benzeri efsanelerde görüldüğü gibi, kimi insanlar basit tahtadan teknelere binerek dahi, bu büyük felaketi atlatabilmişler dinler ve tüm ezoterik tradisyonlar binlerce yıldır bize bunları bu şekilde anlatmaya devam ediyor. Ancak, tufan sonrasında uygarlıkta gerileme kaçınılmaz olmuş.

Tibet, Maya, Mısır ve Mezopotamya'da tufanın nispeten daha az etkili olması, buralardaki uygarlıkların belli bir düzeyde varlıklarını sürdürmelerini sağlarken, dünyanın büyük bir bölümünde de korkunç bir gerileme yaşanmıştır. Buralarda, boğulmaktan her nasılsa kurtulmuş olanlar taş devrine geri dönmüşlerdir. İşte günümüz biliminin 5-6 bin yıl önce yaşandığını iddia ettiği taş devrinin altında yatan gerçeğin bu gerileme olduğunu iddia eden bu teoride ilginçtir.


Devamını Oku..

Osiris Dini, Musa ve Yahudi Ezoterizmi

Mısır'da büyük bir gizlilik perdesi altında saklanan tek Tanrı öğretisi hiçbir zaman kitlelere mal olmamış ve sadece inisiye edilmiş rahiplerin tekelinde kalmıştır. Bu durum, biraz öğretinin yapısından kaynaklanmışsa da, biraz da tarihi gelişmeler, gizliliği zorunlu hale getirmiştir.

Milattan 4 bin yıl kadar önce, dünyanın hemen her yerinde dinlerde büyük bir yozlaşma olduğu ve birçok bölgede çok tanrılı dinlerin ortaya çıktığı, eski sembollerin her birinin putlaştırıldığı görülmektedir. Bu yozlaşmadan, kadim Uygur İmparatorluğunun önde gelen eğitim merkezlerinden Babil gibi, Mısır da kurtulamamıştır.

Babil'de gerileme doğaldı. Çünkü ana kaynak Mu'nun ışığı uzun zaman önce yok olmuştu ve rahipler, kitleler üzerindeki güçlerini daha da artırmak için, dini yozlaşmaya çanak tutmuşlardı. Ancak durum Mısır'da daha farklıydı. Mısır'daki okul Mu'ya değil, Atlantis'e dayalıydı ve öğretiyi bu ülkeye, Naacallere (Mu rahipleri) kıyasla çok daha yeni olan Osiris'in bir müridi, Hermes getirmişti. Peki ama ne oldu? Hermes rahipleri ile tek Tanrılı din öğretisinin hakim olduğu Mısır'da bu ekol niçin geriledi? Bunun cevabını Mu ve Atlantis arasındaki savaşta aramak gerekiyor.

Tufandan uzun zaman önce Atlantis'liler Nil deltasında bir koloni kurunca, Mu'lular da bunu dengelemek ve stratejik önemi olan bu ülkenin tamamen Atlantis eline geçmesini engellemek için Güney Mısır'da bir başka koloni kurdular.

Tufan öncesinde bu iki koloni arasında savaş, taraflardan herhangi birinin üstünlüğü olmaksızın devam etti. Ana kıtaların batmasına rağmen bu koloniler arasındaki savaş, bölgenin tufandan fazlaca etkilenmemesinden olacak, Firavun Menes (M.Ö. 5.000) dönemine kadar devam etti. Savaş, dini yozlaşmanın daha yoğun yaşandığı güneydeki krallığın galibiyeti ile sona erdi (1). Tanrı Ptah'a ve yanısıra pekçok ikincil tanrıya inanan Güney Mısır dini, tüm ülkenin resmi dini olarak kabul edildi. Kermes rahipleri yeraltına çekildiler ve öğretilerini de gizli olarak sürdürme kararı aldılar.

Herşeye rağmen Kuzey Mısır halkı, tanrı Osiris, İsis ve Horus üçlemesi ile Hermes'i unutmadı. Zaman içerisinde bunların herbiri ayrı birer tanrı ya da tanrıça olarak Mısır tanrıları panteonundaki yerlerini aldılar. Yenilgiye kadar Kuzey Mısır'da yönetici firavunlara, Osiris'in oğlu Horus unvanı sadece bir sembol olarak verilirken, bu dönemden sonra tüm Mısır firavunları kendilerinde bir ilahi güç görmeye, birer Tanrı olduklarına inanmaya başladılar.

Bu düzene sadece bir tek firavun, gizli Osiris dini rahiplerince inisiye edilmiş olması kuvvetle muhtemel olan 4. Amenofis (M.Ö. 1353 - 1335) karşı çıktı. Amenofis, çok tanrılı dini kaldırmaya ve "Aton Dini" (2) adını verdiği tek Tanrılı bir din oluşturmaya çalıştı. Ancak gücü, çok tanrılı dinin rahipler kastını yok etmeye yetmedi ve bu yobaz rahipler, içine cinler girdiği iddiasıyla firavunu beyninden ameliyat ettiler. Beyinciği çıkarılan Amenofis kısa süre sonra öldü. Firavunluğu döneminde nispeten ortaya çıkan Osiris rahiplerinin büyük bölümü de, çok tanrıcılar tarafından öldürüldü. Mısır'ın Babil ve Pers istilalarına uğraması da Osiris dinine ayrıca darbe vurdu ve kardeşlik-örgütü faaliyetlerini büyük bir gizlilik altında yürütmek durumunda kaldı.

İşte Musa da, bu üç kat sır perdesinin altına saklanmış olan tek Tanrıya inanan kardeşlik örgütünün inisiye bir üyesiydi (3). Musa'nın eski tek Tanrılı inancı ihya etmesi ve meydana çıkardığı Musevi dininden, önce Hristiyanlık sonra da İslamiyet'in etkilenerek doğması ile dünya, anlatımları biraz daha karışık ve amaçları daha farklı da olsa, yeniden tek Tanrılı dinlerin büyük çoğunlukça benimsendiği bir yer haline geldi.

Musa'nın ortaya koyduğu öğretinin en büyük özelliği, Tanrı fikrini semboller vasıtasıyla değil, kitlelere doğrudan anlatmaya çalışmasıydı. Sembollerin cahil insanlar veya çıkarcı rahipler tarafından gerçek anlamlarından saptırıldığını ve putlaştırıldıklarını gören Musa, farklı bir yaklaşımı denemek istedi. Soyut Tanrı kavramına kitleleri inandırmak için Musa, insanların bu Tanrıdan korkmalarını sağlamak zorundaydı. Tek Yaratıcıya inanan ve ibadet edenlerin ödüllendirileceğini, inanmayanların ve kötülük edenlerin ise cezalandırılacaklarını söyleyen Musa, Tanrı eliyle cezalandırma yöntemini kendisi uyguladı. Alıştıkları gibi bir sembol vasıtasıyla Tanrıya tapınıma geri dönmeye çalışan İbranileri Musa ve yandaşları tamamen kılıçtan geçirmekten çekinmediler.

Musa'nın kimliğine ve öğretisinin Ezoterik yönüne göz atmadan önce, onun dinini kabul eden kavimin, İbranilerin nereden geldiklerini ve Musa ile yollarının nasıl kesiştiğini görmemiz gerekiyor (4).

İbraniler, Mezopotamya'da ve özellikle de Harran ovasında yaşayan bir kavimdi. Göçebe krallıklar şeklinde örgütlenen ve Asur devletine bağımlı olan İbraniler, Saabi dinine bağlıydılar. Tek Tanrılı inancın.yozlaşmış bir biçimi olan bu din, kadim Babil okulu öğretisinin halk arasında yayılmış şeklinden başka birşey değildi.

İbranilerin bir bölümü, ülkelerinde yaşanan kuraklık ve diğer kavimlerin topraklarını istila etmeleri nedeniyle göç etmek zorunda kaldılar ve kralları İbrahim komutasında Mısır'a kadar gittiler. İbrahim'in, yeni vatanının yöneticilerine hoş görünmek amacıyla oğullarına, tanrıça İsis'e ithafen "İshak" ve "İsmail" adları verdiği öne sürülmekte.

Ayrıca, bir diğer İbrani büyüğü olan Yakub'un, üzerinde Tanrı ile konuştuğunu iddia ettiği merdivenin, Babil'in ünlü kulesine ve "Ziggurat" adı verilen mabetlerine atıftan başka birşey olmadığı, bunun da İbranilerin, Asur kökenli olduklarının bir ispatı olduğu iddia edilmekte.
Bu bilgilere kısaca göz attıktan sonra, Saabi inancına ileride değinmek üzere, Musa'ya geri dönelim.

Tevrat'ın, bir Yahudi kadının oğlu olduğunu iddia ettiği, aslında Firavun 2. Ramses'in öz yeğeni olan Musa (5), Ezoterik öğretiyi ve tek Tanrı inancını Osiris rahiplerinden almış bir üstaddı. Tek Tanrı inancının geniş kitlelere benimsetilmesi yanlısı olan Musa, bunu denemiş olan 4. Amenofis'in başına gelenleri biliyordu. Çok tanrılı yaşama alışmış olan Mısır halkına ve çok tanrılı din sayesinde yaşamlarını sürdüren rahipler sınıfına fikirlerini kabul ettiremeyeceğinin bilincinde olan Musa, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için en uygun halkın, o sıralar Mısır'da tuğlacılık ve taşçılık işleriyle uğraşan İbraniler olduğunu gördü. İbraniler, Mısır'a geldikten sonra, çeşitli mabet ve diğer yapıların inşasında çalıştırılmışlar ve zamanla taşçı ustalarını barındıran Mısırlı loncalarda çoğunluğu ele geçirmişlerdi. Lonca sistemini İbraniler, göç ettikleri ülkelere de götürdüler ve Ortadoğu'da bu sistemin yayılmasında etkin oldular.

Son derece iyi yetişmiş olması ve Osiris rahiplerince kabul edilecek nitelikte bir kişiliğe sahip bulunması Musa'nın güçlü bir aristokrat soydan geldiğinin göstergesidir. Osiris rahiplerinin, firavunun yeğeni olan Musa'yı inisiye ederek yönetim çevresinde güçlenmeye çalıştıkları tahmin edilmektedir. Nitekim Musa, firavuna yakınlığı sebebiyle, kısa sayılabilecek bir sürede, oldukça önemli bir görev olan, Osiris Mabedi Kutsal Yazı Katipliği'ne getirilmiştir (6).

Musa'ya verilen bu görev onun ancak Başrahiplerin elde edebileceği sırlara ulaşmasını sağlamıştır. Bu görevini yürütürken, bir yandan da İbraniler ile diyalogunu güçlendiren Musa'nın, bu kavimle olan yakınlığı firavunu korkutmuştur. Musa'nın kendisine İbranilerden bir ordu kuracağı ve tahtta hak iddia edeceği kuşkusuna kapılan 2. Ramses, Musa İbraniler'le birlikte Sina'ya çekilmek üzere harekete geçtiği zaman arkalarından askerlerini bu sebeple göndermiştir. Halbuki, Musa ve yandaşlarını Mısır'dan kaçmaya zorlayan sebep, Musa'nın tahta göz dikmesi değil, bambaşka bir olaydı.

İbranileri hemen her ortamda Mısırlılara karşı elinden geldiğince koruyan Musa, bir gün, bir İbrani'nin Mısır'lı bir görevli tarafından dövüldüğünü görünce olaya müdahale etmiş ve itişkakış sırasında Musa, Mısır'lı görevliyi öldürmüştü (7). Osiris yasaları çok açıktı. Bir insan öldüren kişi, kim olursa olsun mabetten kovulur ve yargılanırdı.

Mısır'da kendisine bir gelecek kalmadığını gören Musa, yandaşı İbranilere birlikte Sina'ya çekildi. Musa burada, Saabi "Elohim" inancı ile Osiris dinini birleştirerek, "On Emir" ismi altında kendi öğretisinin temellerini attı. Ancak, on temel başlık altında yazılan bu eserde Musa'nın kullandığı dil, Osiris mabedinde öğrendiği sembolleri içeren Hiyoroglif dildi.

Musa'nın kullandığı bu dili İbraniler'in çok büyük bir bölümü bilmemektedir. Musevi dininin handikapı da burada başlar. Çünkü, anlatımda ve yazımda muazzam bir kısalık ve kolaylık getiren bu dilin gerçek anlamını sadece inisiye edilmiş özel yol mensupları bilebilir ve Musa'nın yandaşları arasındaki bu kişilerin sayıları son derece azdır. Bu anlatım tarzı, sıradan insanlar için hiçbir ifade taşımamaktadır. Örneğin, Musevilerin Tanrıya verdikleri ad olan "Yehova', köken olarak "Y", "H" ve "V" harflerinden meydana gelmektedir ve Ezoterik doktrindeki, Tanrının eril ifadesi olan "Yod" ile dişil ifadesi olan "Eve"in yani Osiris ile İsis'in birleşimidir (8). Bu durum, ileriki yüzyıllarda Museviliğin biçim değiştirmesine ve dinin içine birçok efsanenin karışmasına yol açmıştır.

Musa, aldığı eğitim nedeniyle başka türlü yazamazdı. Bu dili de, sadece inisiye edilmişler anlayabilirdi. Nitekim, Musa'ya inananlar arasında çok küçük bir azınlık olan inisiye edilmişler, diğerlerinden farklı bir yol izlediler ve Tevrat'ın Ezoterik yorumu "Kabbala" üzerinde çalışarak, diğer Yahudi gruplarından ayrıldılar.

Öte yandan, Kral Süleyman döneminde Fenike diline tercüme edilen Tekvin, ilk anlatımından büyük ölçüde saptı. Yahudilerin Babil tutsaklığı sırasında Arami dilinde yeniden derlenen Tevrat'da orijinale biraz daha yaklaşıldıysa da, yer yer anlaşılmayan bölümlerin yerine, farklı inançlardan gelen kimi efsaneler yerleştirildi. Tevrat'ın yeniden derlenmesi zarureti, Yahudi rahiplerinin Babil tutsaklığı sırasında "Caldi" adı verilen Babil Ezoterik okulunda inisiye edilmeleri ve bu inisiasyon sayesinde rahiplerin, Musa'nın gerçek öğretisi hakkında daha gerçekçi görüşlere sahip olmaları neticesinde ortaya çıkmıştı.

Ancak Musa'nın kullandığı dil Mısır Hiyoroglif diliydi ve İbraniler tarafından hiç bilinmiyordu.

Musa'dan 800 yıl sonra Tevrat'ı yeniden yazan Kaideli rahiplerin başı Ezra, varoluşu dahi yanlış algılamış ve Tanrıyı, kendisinden sudur edilen değil, tüm alemin yaratıcısı olduğu tezini savunmuş ve Tevrat'a da böylece geçirmiştir. Bunun neticesinde birlik ortadan kalkmış ve yaradan ve yaratılanın olduğu bir ikili sistem üzerine din oturtulmuştur. O güne kadar Tanrının birliğini savunan tek Tanrılı inanç, temellerinden değişmiş ve amaç insanların Tanrıya ulaşması çabasından, birer kul olan yaradılmışların ödül olarak cennete gitmelerine dönüşmüştür. Benzeri bir yanlış yorumlama da Tanrının cinsiyeti konusunda ortaya çıkmış, o güne kadar hem eril, hem de dişil yanlarının varlığı kabul edilen Tanrıya Ezra tamamen eril bir görüntü vermeyi uygun bulmuştur. Bunun neticesinde, hem Yahudilikte hem de onun etkisindeki İslamiyette kadın daima ikinci plana itilmiştir. Ezra'nın Tevratın'daki, diğer birçok efsane gibi kitaba sonradan eklenmiş olan Adem ile Havva efsanesinde Havva'nın, Adem'in kaburga kemiğinden yaradılması, kadının doğrudan Tanrıdan değil, Tanrı tarafından topraktan yaradılmış erkekten geldiği düşüncesini doğurmuş ve kadınların toplum içinde tamamiyle ikinci sınıf yaratığa dönüşmeleri ve erkek tahakkümüne girmeleri sağlanmıştır.

Efsanelerinde batıl inançların, gerçek bilginin eksikliği yüzünden tek Tanrılı dinlerin bünyelerine girmesi, bu öğretilerin dogmalaşmalarına, giderek son derece tutuculaşmalarına ve tamamiyle akılcılıktan uzaklaşmalarına yol açmıştır.

Tek Tanrılı dinin gerçek anlamını bilen ve Ezoterik öğretiyi savunanlar ile daha sonra ortaya çıkan yaradancı dinlerin ortodoks inanırları arasındaki amansız çatışma da, bu tarihten sonra başlamıştır. Bu çatışma, Yahudilerin Kabbalacıları, Katolik kilisesinin Ezoterik inançlı Şövalyeleri, Sünni Müslümanların da Mutasavvıfları sapkın olarak nitelendirmelerine yol açmıştır. Bu yöndeki tavır da, papalığın Tapınakçıları yok etmesine, Masonluğu afarozuna, Sünni Müslümanların "Enel 'Hak" diyen Hallacı Mansur'un derisini yüzmelerine, İsmaililer ve Babailer gibi Batıni görüşü savunanları daima ezmeye çalışmalarına neden olmuştur.

Musa'dan sonra Yahudiler ancak Davut döneminde güçlü bir krallık kurabildiler. Mitolojide Davut'un dev Goliat'ı yenmesi şeklinde ifade edilen olay, Davut'un idaresindeki Yahudi kavminin, kendisinden sayıca çok daha fazla olan diğer kavimleri yenmesine ve vaadedilen topraklarda krallığını oluşturmasına bir atıfdır. Davut, krallığı ile birlikte, kendilerini bir arada tutan en önemli şey olan tek Tanrılı din inancını da pekiştirmek istemiş ve başkenti Kudüs'de bu tek Tanrı için çok görkemli bir mabed yapılmasını emretmişti (9).

Bu mabedi yaparken Yahudiler, Mısır'daki 400 yıllık yaşamları sırasında öğrenmiş oldukları taşçılık ve duvarcılık sanatını konuşturdular. Bu denli büyük bir mabedin yapımı için zorunlu olan örgütlenmeyi de Mısır meslek loncalarını kopya ederek sağladılar. Mabedin yapımı için hazırlıklar hızla sürerken Davut öldü ve yerine oğlu Süleyman geçti. Kadın ve içkiye düşkünlüğüyle tanınan Süleyman (10), mabedin yapımıyla çok ilgili değildi. O nedenle de çevresinde inşaatın başına geçirilebilecek yetenekli bir insan aradı. Aradığı insanı da Sur kentinde buldu: "Hiram"...

Hiram'ın tek Tanrılı inancın bir müridi olduğu sanılmıyor. Ancak Hiram, son derece yetenekli bir örgütleyici ve bronz işçiliği konusunda bir deha idi. Mabedin yapımında binlerce kişi çalışıyordu. Çeşitli meslek dallarının loncaları, çıraklar, kalfalar ve ustalar şeklinde üç dereceli olarak örgütlenmişlerdi ve sorumluluk da ustalar arasında pay edilmişti. Her görevli derecesine göre ücret alıyordu. Binlerce insanın hangisinin hangi derecede olduğunun ezberlenmesi imkansızdı.

Yürürlükte olan lonca sistemine göre çıraklar ancak belli bir süre eğitildikten sonra kalfa olabiliyorlar ve sadece çok yeteneklileri ustalığa terfi edebiliyordu. Hiram, bu sistemi biraz daha geliştirdi ve ücret dağıtımında kolaylık olması için, aynı meslek sırlan gibi, her derece salikinin hayatı pahasına saklayacağı birer parola verdi. Bu sistem işlerin hızlanmasını sağladıysa da, Hiram'ın sonunu da hazırladı. Daha önce kendilerini usta gibi gösterip haksız yere yüksek ücret alanların bu yolu kapanmıştı. Haksız kazanca alışmışlardan bir grup kalfa Hiram'dan ustalık parolasını zorla almaya karar verdiler. Ancak bunların çoğu korkup eylemden vazgeçti. İçlerinden sadece üçü Hiram’ı mabette sıkıştırıp parolayı zorla almaya çalıştılar. Hiram parolayı vermeyi reddedince de onu öldürdüler.

İşler bir süre için aksadıysa da, Süleyman ölen Hiram'ın yerine başkasını buldu ve mabet bitirildi. Mabedin yapısı, burasının Mısır'daki tek Tanrı mabetlerinin daha basit de olsa, bir benzeri olduğunu ortaya koymaktadır (11). Kapının girişinde iki sütun bulunması, içeride üçgen içinde göz, güneş, ay sembollerinin varlığı, yerin siyah ve beyaz taşlarla kaplanması, sunak ya da mikap taşının bulunması bu mabedin, Mısır'dakiler örnek alınarak yapıldığını göstermektedir.

Dinle ve mabetle pek ilgisi olmayan Kral Süleyman, bir süre sonra tek bir Tanrıya mı, yoksa birçok tanrıya mı inandığını dahi unuttu ve sefahat içinde yaşamını sürdürdü. Yahudi devleti de giderek zayıfladı ve Süleyman'ın ölümünden bir süre sonra, M.Ö. 587'de Babil kralı Nabukadnezar tarafından yıkıldı. Ülkede yaşayanların önemlice bir bölümü işgalciler tarafından köle olarak kullanılmak üzere Babil'e götürüldü. Tapınak işgalciler tarafından yıkıldı (12).

Yahudiler Babil'de 50 yıl yaşadılar. Babil'de Sümerlerden kalma Ezoterik inanışlar yozlaşmış biçimde süregeliyordu. Tek Tanrılı din yerini çok tanrılı inanışa bırakmış, eski sembolik öğretilerin hepsi birer efsane haline gelmişti. Babil okulu, çok tanrılı dine, inisiasyon yöntemi ile "Caldi" rahibi yetiştiriyordu. Yahudi toplumuyla birlikte Babil'e getirilen Museviler inisiasyonun yabancısı değildiler. Lonca sisemleri tamamıyle inisiasyona dayalıydı. Bu nedenle, ne Babil yöneticileri ne de Yahudilerin kendileri bu okula devam etmekte mahzur görmediler. Böylece Yahudi din adamları, ne denli yozlaşmış olursa olsun, Ezoterizmi ve, Musa'nın Ezoterik öğretisinde ne demek istediğini daha iyi anladılar. Ancak Tevrat'a getirdikleri yeni yorumda pekçok efsanenin öğretiye karışmasına da neden oldular.

Yahudilerin Babil tutsaklığı, Pers kralı Kyros'un Babil'il işgali (M.Ö. 530) ile son buldu. Kyros Yahudilere, ülkelerine geri dönerek mabetlerini yeniden yapmaları için izin verdi. Bazı kaynaklar, Pers kralının, o dönemde oldukça yaygın olduğu anlaşılan inisiasyon yöntemlerini, Ezoterizmin Zerdüşt dininindeki yorumunu bildiğini ve bu nedenle mabetlerini yapmak için Yahudilere izin verdiğini belirtmektedirler.

Kudüs'e dönen Yahudiler, eskisi kadar görkemli olmasa da, Kyros'un sağladığı maddi katkı ile yeni bir mabetin yapımına başladılar. Mabed yapılırken Yahudi rahipleri, tüm kutsal metinlerin ve Musa'nın on emrinin yazılı hale getirilmesi gerektiğine, aksi takdirde yeni bir kölelik halinde tüm dinin yok olup gideceğine karar verdiler. Böylece Ezra ve arkadaşları, daha önce değindiğimiz Tevrat'ın yazımı işlemine başladılar. Kutsal kitaba Babil'de öğrenilen bir sürü efsanenin sokuşturulmasına çok küçük bir gurup karşı çıktı ancak seslerini yeterince duyuramadılar. Bu grup Musa'nın eserini, Mısır Hiyoroglif diliyle üç kat sır perdesi altında yazdığını ve öğretinin sırlarını da kendi seçtiği ve inisiye ettiği 70 kişilik bir gruba verdiğini açıkladı. "Kabbalacılar" denilen bu küçük grup ve onların inanırları bir süre sonra Yahudi toplumundan tamamen tecrit edildiler ve sapkın olarak nitelendirildiler. Peki bu Kabbalcılar kimlerdi ve Musa'nın gerçek öğretisi neydi? (13).

Osiris Mabedinde inisiye edilmiş olan Musa, yeni dini de Osiris dini üzerine inşa etmiş, Saabi inançlarından da bir ölçüde faydalanmıştı. Ancak Osiris dininin gerçek sırları, sadece inisiye edilen ve belli bir eğitimden geçen kişilerin anlayabileceği nitelikte olduğu için Musa da, öğretisini müridlerine anlatabilmek maksadıyla nispeten basitleştirmiş, basitleştiremediğini de semboller kullanarak anlatmaya çalışmıştı. İşte Ezra'nın anlayamadığı ve değiştirerek Musa dininin bambaşka bir hüviyete dönüşmesine neden olduğu semboller bunlardı. Musa, Öğretisinin yozlaşmaması ve sembollerin gerçek anlamlarının yok olup gitmemesi için eski bir yöntemi kullandı. Müridleri arasından en uygun gördüğü 70 kişiyi seçti ve onları inisiye etti, zaman içerisinde eğitimlerini tamamladı ve sırların gerçek manalarını öğretti. Onlara, İbrani dilinde "kabul edilmişler" anlamında Kabbalcılar ismini verdi.

Kabbala öğretisini benimseyen ve zorunlu göçler sırasında Yahuda çölünde kalan gruba Esseniler adı verilir. Ancak bu konu ilerde inceleneceği için Kabbala öğretisine geri dönelim.

Oldukça uzun bir süre Musa'nın gerçek öğretisini inisiasyon yöntemi ile takipçileri arasında yayan Kabbalacılar, yaşadıkları yerlerin İsmaililer tarafından işgal edilmesinden sonra, daha özgür davranabileceklerini gördüler. Ezoterik içerikli sufi tarikatların ortaya çıktığı bu çağda Kabbalcılar da ortamın özgürlüğünden yararlanarak, öğretilerini basılı hale getirdiler. Kabbalacıların en önemli iki eseri M.S. 1200'lerde İspanya'da yazıldı. Müslüman Endülüs devletinde ortaya çıkan bu eserler "Zohar" ve "Seferitsire" idi. Bazı araştırmacılar İslami Tasavvuf hareketinin Kabbala'nın da kökeni olduğunu öne sürmektedir. Ancak tam aksine, İslami Tasavvufu yaratan kaynakların başında, Mısır Hermetik inançları, Yunan Pisagor-Eflatun felsefesi kadar, Kabbala felsefesi de gelmektedir.

Kabbala'nın önde gelen kitabı Seferitsire'ye (14) göre Evren, çeşitli elemanların aracılığıyla yüce bir varlıktan tezahür etmiştir. Bu elemanların ilki, Tanrının ışıksal varlığı olan Ateş'dir. İkinci eleman bu yüce ışıktan çıkan Ruh'dur ve sembolü Hava'dır. Üçüncüsü Su'dur ve havadan doğan su, oksijen ve hidrojen'in bileşimidir. Bu sembolün Ezoterik anlamı, suyun yaşamı bünyesinde barındırdığıdır. Dördüncü eleman ise, ateşin katılaşmış türevi olan Toprak'dır. Seferitsire, dünyanın oluşumunda bu dört temel elemanın yanısıra, altı yan gücün de kullanıldığından bahsetmektedir. Bunlar dört yön, yani kuzey, güney, doğu ve batı ile iki kutup, yani aşağı ve yukarı yönlerdir.

Tüm evren Yüce Varlıktan sudur etmiştir, halen onun içinde yüzmektedir ve herşey sonunda ona geri dönecektir. İşte bu nedenle tüm varlıklar birdir ve tüm insanlar kardeştir.

Kabbalacılar Tanrı için, insanın idrakinin dışında atılanıma gelen "En-Soph" kelimesini kullanmışlardır. Tanrının önsüz ve sonrasız olduğunu ifade eden bu kelimenin Mısır kökenli olduğu ve Yunanca'da "akıl ve hikmet" anlamına gelen "Sophus" kelimesiyle aynı kökten geldiği sanılmaktadır.

Kabalacıların diğer önemli eseri Zohar'da aynı Ezoterik anlatı daha da geliştirilmiştir. Zohar'a göre, yaşamın üzerine kurulu olduğu tüm sistemin amacı, Tanrıdan bir parça olan ruhun tekamül ederek yine ona dönmesidir. Ancak Kamil İnsanın, yani "Adam Kamon"un Tanrıya ulaşması mümkündür. Her devirde mutlaka bir veya birkaç Adam Kamon bulunmuştur.

Adam Kamon olmak bireylerin sürdürdüğü yaşam tarzına bağlıdır. Evrende en güçlü yasa tekamül yasasıdır. Ama bir diğer yasa daha vardır; o da varlıkların kendi iradeleri ile hareket edebilmeleri yasasıdır. Bu nedenle bir insanın Adam Kamon haline . gelebilmesi kendisine bağlıdır. Ancak hiçkimse bir tek yaşam içinde Kamil İnsan olamaz. Ölümsüz olan ruh, bedenden bedene geçerek, mükemmeli arar. Mükemmeli, yani İlahi Sırrı, ancak ona layık ise bulabilir.

Kabbalacılar, bir yandan İslam, diğer yandan da Hristiyan dünyasındaki Ezoterik öğreti ekollerini etkilemişlerdir. Avrupa Yahudileri arasında Kabbala inancı, Haddisimler ile su yüzüne çıkmıştır. Halen günümüzde varlığını sürdüren Kabbalacılığın bu halka inmiş sekilinin din kitaplarında, Panteist inançlar açıkça gözlemlenebilmektedir.

Devamını Oku..

Hermes-Thot

Batı Uygarlığını derinden etkileyen en önemli öğretilerden biri Hermetizm’dir. Bu ezoterik felsefenin simgesi de Hermes veya Thoth’dur.

O, “Ermişlerin Ermişidir”. Hermes, kendinden sonra gelen dinleri, akımları, sanatı, bilimi ve felsefeyi etkilemiştir.

Rönesans dönemine ait ve içine Astroloji’yi de alan konulardan birisi de Hermetizm’dir. Bu sözcük Hıristiyanlık öncesi dönemde yer alan inançları içine almaktadır.

Astroloji’de sık sık geçen “yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır” ilkesi yine Hermetizm’den gelmektedir.

Çok özet bir anlatımla, Hermetizm insanoğlunun evrenle olan birliğini, onun bir parçası olduğu düşüncesine dayanmaktadır.

Yunanlılar, “Hermes” için hem kral, hem büyük rahip, hem de din kurucu olması nedeniyle, üç kere büyük ya da üç kere bilge anlamına gelen "Trismegistus" sıfatını kullanmışlardır. Sais'de bir tapınak inşa eden Hermes için, Mısır'ın "Ölüler Kitabı"nda, "ilahi kelamın efendisi ve ilahi sırların sahibi" denilmektedir.

İslam’da Hermes Trimegistos, İdris Peygamber olarak geçer. İslam’da da Hermes bir kültür kahramanı olarak ele alınmış ve tüm sanat ve bilimleri icat ettiğine inanılmıştır.


Osiris’ in müridlerinden olan ve ondan altı bin yıl sonra yaşayan Hermes, günümüzden onaltı bin yıl önce günümüz bilim dünyasının, nasıl olup da ortaya çıktığını açıklayamadığı ileri Mısır uygarlığının oluşumuna öncülük etmiştir.

James Churchward’a göre, o, Mu ve Atlantis dönemindeki tek tanrılı dini İ.Ö.16.000 yıllarında Mısır’a getirmiş Atlantisli bir bilgedir.



Aslında daha önce düşünülecek ne varsa zaten düşünülmüş. Güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur, sözünü hatırlayalım. Ne 3 dinin kitapları otantiktir, ne de felsefe sistemleri, biraz araştırma yapan birisi bunların kadim bilgeliğe dair şeyler olduğunu görür. Yeni olan sadece dilegetiriş biçimidir. Evet özgün olan dilegetiriş biçimidir ancak, yoksa ne Platonun idealar kuramı, ne Pytagoras teorimi ne Thales'in suyu, ne de İsanın öğretileri kendi buluşları. Dikkat ederseniz tüm bu saydığım şahsiyetler Mısırda (Bazıları Mısıra ilaveten Hindistan ve Tibette) uzun yıllar inisiyatik eğitim almış kadim bilgelikler konusunda uzmanlaşmış kimseler. Yani ana fikir eski fakat sunum biçimi yeni diyebiliriz. Tabii gene de bunun böyle olması bu kişilerin biçim verdiği sistemleri önemsiz kılmaz. Çünkü eski fikirleri yeniden sistematize edip çığırlar açmışlardır; üslupları kendilerine hastır.


Her şeyi gören zihin vasıtasıyla,
Şahitlik ettim bizzat Göklerin görünmez yüzüne,
Ve tefekkür yoluyla eriştim Hakikat bilgisine,
İşte bu bilişle yazıyorum bu mısraları...


Hermes Trismegistus

“Şimdi sen bu sırları öğrenmiş olduğuna göre, Söz vermelisin sessiz kalacağına Ve asla açıklamamaya Tekrar doğuşun nasıl aktarıldığını. Bu öğretiler, özel olarak kaydedilmiştir Yalnızca Atum’un bilmelerini istediği Kişiler tarafından okunsun diye. Bulunmaz hiçbir ahenksizlik Mekânı gökyüzünde olanlar arasında.Tek amacı vardır hepsinin, tek zihin, tek his; Çünkü bağlanmıştır sevgi büyüsüyle onlar Tek ahenkli bütüne.” (Hermetika)


Devamını Oku..

Hermes'in İnisiyasyonu

Duyularım mistik uykuda askıda kalmıştı;
yorgun, yapay bir uyuşukluk değildi bu,
uyanık ve şuurlu bir boşluktu.

Bedenimden kurtulup, düşüncelerimle birlikte uçtum
ve boşlukta süzülürken bana öyle geldi ki,
engin ve sınırsız bir varlık ismimle bana seslendi: ''Hermes, ne arıyorsun?
''Kimsin sen? diye sordum.


Ben Yolun--Rehberiyim, Yüce Zihin,
Tek-Tanrı Atum'un düşünceleri.
Ben seninleyim; her zaman ve her yerde.
Arzularını biliyorum. Soruların şuurlu olsun ve onlar yanıtlanacaktır.


''Bana gerçekliğin yapısını göster.
Beni Atum'un bilgisiyle kutsa,'' diye yalvardım.


Ansızın değişti önümde her şey. Bir an da açıldı Hakikat.
Gördüm sınırsız görüntüyü. Her şey Işığın içinde eridi; Sevgiyle bütünleşti.
Ancak ışık bir gölge düşürdü, amansız ve korkunç,
bu aşağı inerken çalkantılı sulara benzedi,
duman gibi köpükler saçıyordu, karmakarışık.
ve tarifsiz bir ağıt işittim; anlaşılmaz bir veda çığlığı.


Işık o zaman bir kelam söyledi kaotik suları yatıştıran.
Rehberim sordu: Bu vizyonun esrarını anlıyor musun?
Ben o Işık'ım; Tanrının Zihni, öncesinde de varolan olasılığın karanlık kaotik sularının.
Tanrının oğludur benim sakinleştirici kelamım;
mükemmel düzen fikri, herşeyin herşeyle uyumu.


Asli Zihin kelamın atsıdır, tıpkı sizin yaşantınızda ki gibi,
sizin zihninizden konuşma doğar.
Onlar ayrılamaz birbirinden, Çünkü Zihin ve Kelamın birliğidir hayat.
Şimdi Işığın üstünde topla dikkatini ve onunla Bir ol.
Tamamlayarak sözlerini içime baktı benim.


Ben bana karşı, ta ki titreyerek gördüm düşüncemde
Işık'ın içinde ki, sonsuz fakat düzenli bir dünya oluşturacak sınırsız gücü, ve hayran kaldım.
Derinliklerin karanlığında gördüm,
tanrısal kudretin süptil ve zeki nefesinin formu olmayan kaotik sulara nüfuz ettiğini.


Atum'un Kelamı doğurgan suların üzerine düştü ve onları tüm formlara gebe bıraktı.
Sözün ahengiyle düzen kazanarak vücut buldu 4 element,
birleşerek yaratmak üzere canlı varlıklar neslini.
Ateş elementi, yörüngelerde sonsuza dek dönecek takım yıldızlarda
ve 7 gök cisminin tanrılarında ifade buldu.


Kelam bundan sonra sıçradı doğanın elementlerinden
ve tekrar birleşti yapıcı zihinle, salt zekadan yoksun maddeyi geride bırakarak.
Rehberim dedi ki: Sınırsız asli fikri sezdin artık, başlangıçtan önce varolan.
Doğanın elementleri, Atum'un iradesiyle, olasılığın suları içinde,
bu ilksel düşüncenin yansımaları olarak doğdu.


Bunlar ilksel şeylerdir; asli şeylerdir; evrende ki her şeyin ilk prensipleridir.
Atumun Kelamı yaratıcı fikirdir;
O kendi vasıtasıyla yaratılmış olan her şeyi besleyen ve destekleyen yüce sınırsız kudrettir.
Sana her şeyi gösterdim. Neden bekliyorsun?


Öğrendiğin bilgeliği yaz hiyerogliflerle, taşa kazınmış olarak kutsal tapınakta.
Kendini bir ruhsal rehber kıl, bilgi nimetine değer bulduklarına;
böylece, senin vasıtanla, Atum'un insanlığı kurtarabilmesi için.
Şükranla dolup taşıyordum
Babaların Babasına bana lütfetmiş olan Yüceler yücesi bu vizyonu.


Yakardım korku ve saygı içinde,
Ne olur beni asla uzak kılma senin varlığın hakkında ki bu bilgiden,
ben onunla aydınlatan bileyim karanlıkta olanları.
Sonra O'nun gücünü içimde bularak, konuşmaya başladım.
Uzak duranlar alay ettiler sözlerimle, ama diğerleri ayaklarıma kapandılar.
Onlara kalkmalarını ve bu öğretilerle içlerine ekeceğim
bilgelik tohumlarını kabul etmelerini söyledim.


Haydi dinleyiniz çamurdan insanlar.
eğer çok iyi dikkat etmezseniz, sözlerim önünüzden
uçup gidecek ve kanat açıp dönecekler tekrar aynı kaynağa, geldikleri gibi.
Atum'un varlığı Bütün dikkatinizi bana veriniz ve düşüncelerinizi toplayınız,
çünkü Atum'un varlığının bilgisiderin anlayış ister,
sadece onun ihsanıyla gelen bir lütuftur.


Engel tanımayan bir sel gibidir,
hızıyla geride bırakanonu izlemeye çalışan herkesi,
önüne geçtiği dinleyiciler değildir sadece, öğretmen bile yetişemez ona.
Atum'un kavranması zordur. Onu tanımlamak imkansız.


Mükemmel ve kalıcı olmayanlar
kolay kavrayamazlar sonsuza kadar mükemmelleşmiş olanı.


Atum bütündür ve süreklidir.


O, hareketsizdir kendi içinde, yine de kendini hareket ettirendir.
O, Kusursuzdur, bozulmaz ve süreklidir.
O, yücelerin yücesi mutlak gerçektir.
O, fikirlerle doludurduyuların algılayamadığı ve herşeyi kucaklayan Bilgiyle.
Atum Asli zihindir.
O, çok büyüktür, Atum adıyla anılmayacak kadar.
O gizlidir, gene de apaçıktır heryerde
Onun varlığı bilinir düşünce yoluyla ancak,
yine de onun suretini görürüz gözlerimizin önünde.
O bedensizdir, yine de her şey de vücut bulmuştur.
Onun mevcut olmadığı bir şey yoktur.
Ona hiçbir ad verilemez, çünkü bütün adlar onun adıdır.
O her şey de ki birliktir,
bu yüzden Onu bütün adlarla bilmeliyiz ve herşeye Atum demeliyiz.
O her şeyin köküdür, kaynağıdır.


Herşeyin bir kaynağı vardır, kendinden başka,
hiçlikten doğan bu kaynağın Atum bir sayısı gibi tamdır o,
kendisi kalır çoğalsa da bölünse de, yine de tüm sayıları üretir.


Atum Bütün'dür;


O her şeyi içerir.
O Bir'dir İki değil.
O bütündür çokluk değil.


Bütün birçok parça değildir, sadece kısımlardan oluşmuş bir bütündür.
Onlara ayrı ayrı baktığınız zaman, herşeyin çok olduğunu düşünürsünüz.
Ama gördüğünüz zaman hepsinin bire ait olduğunu ve bir'den aktığını,
tüm parçaların bütünleşmiş olduğunu
ve birbirleriyle bağlantılı olduğunu anlayacaksınız.
En yücesinden en alttakine kadar
her şeybir varlık zinciriyle Atumun iradesine bağlıdır.


Evren birdir, güneşin bir olduğu gibi, Ay birdir ve dünya birdir.
Bir çok tanrı olduğunu mu sanıyorsun? bu saçmadır tanrı birdir.
Yalnız atum yaratıcısıdır ölümlü olan herşeyin, ve değişken olan her şeyin.

Eğer inanılmaz görünüyorsa bu, bir de düşün kendini.
görüyor, konuşuyor, işitiyor, dokunuyor,tadıyor, yürüyor, düşünüyor, ve soluk alıyorsun.
Farklı bir sen değildir yapan bu çeşitli şeyleri, sadece bir varlıktır onların hepsini yapan.
Anlamak için Atumun nasıl yaptığını bütün şeyleri,
düşün tohum eken bir çiftçiyi
buraya buğday, şuraya arpa, şimdi bir asma dikiyor, sonra bir elma ağacı.
Aynı adamın bütün bu tohumları ekmesi gibi,
Atum'da ölümsüzlüğü eker gökyüzüne ve yeryüzüne değişimi,
Kozmoza baştan başahayat ve hareket saçar; iki büyük unsuru Atumu ve yaratısını kapsayan ve de var olan her şeyi. Atum'a baba derler çünkü o herşeyi vücut vermiştir.
Ve bundan dolayıdır ki bilgeler çocuk dünyaya getirmeyi
insan hayatının en kutsal işi sayarlar.


Atum, yasaların icapları çerçevesinde işler doğayı;
tükeniş ve yeniden oluşlarla ve yaratılışı sürekli tekrarlayarak kendi bilgeliğini ortaya koyar.
Yine de gözün görebildiği şeyler fontomlar ve illüzyonlardır ancak.
Göze görünmeyen o şeyler gerçektir yalnızca.
Hepsinin üstündedir güzellik ve iyilik fikirleri.
Göz, Atumun varlığını göremediği gibi, bu büyük fikirleride göremez.
Onlar Atumun nitelikleridir sadece ve ondan ayrılmaları mümkün değildir.
Öylesine kusursuzdurlar ki onlar Atum'un kendiside çok sever.
Atumun yoksun olduğu birşey yoktur, bu yüzden arzu ettiği bir şey de.
Atumun kaybedeceği bir şey yoktur,
bu yüzden hiçbir şey ona üzüntü veremez.
Atum her şeydir. Atum her şeyi yapar ve her şey Atumun bir parçasıdır.
Demek ki Atum kendi kendini yapandır. Atumun azameti budur;
O her şeyi yaratandır ve bu yaratma onun hakiki varlığıdır.
Yaratmaya son vermek imkansızdır
onun için çünkü Atum varoluşunu sona erdiremez asla.
Atum her yerdedir. Zihin hapsolunamaz,
çünkü herşey zihnin içinde varolmaktadır.
Hiçbir şey öyle hızlı ve güçlü değildir.
Sen sadece kendi tecrübene bak.
Kendini yabancı bir ülkede hayal et ve niyetin gibi süratle orada olacaksın!
Okyanusu düşün ve işte oradasın.
Cisimlerin hareket ettiği gibi hareket etmemişsindir, ama yolculuk etmişsindir mutlaka.
Göklere uç, yüksel; kanatlara ihtiyacın olmayacak!
Seni engelleyemez hiçbir şey;
ne güneşin yakıcı sıcaklığı, ne de dönüp duran gezegenler.
Yaratılmış olanların sınırlarına ilerle.
Taşmak ister misin hiç Kozmozun sınırlarının ötesine?
Senin zihnin için o dahi mümkündür.
Hissedebilirmisin hangi güce sahip olduğınu?
Eğer bütün bunları yapabiliyorsun,
öyleyse ne düşünüyorsun seni yaratan için?

Anlamaya çalış Atum'un zihin olduğunu.
Böyle kontrol eder Kozmozu.
Her ne varsa düşüncedir, yaratıcıdan doğan düşünceler.

Devamını Oku..

Hermes'in Kehanetleri

Hermes'in Kehanetleri Saf felsefe ruhsal çabadır, sürekli tefefekkür yoluyla, Tek-Tanrı Atum'un Hakikat bilgisine erişmek için. Ama şimdi kehanette bulunarak diyorum ki, gelecek zamanlarda hiç kimse tek bir amaç uğruna ve kalp temizliğiyle felsefenin peşinde olmayacak. Kıskanç ve hasis tabiatlı olanlar engelleyeceklerdir insanın keşfetmesini paha biçilmez ölümsüzlük nimetini. Felsefe yolunu şaşıracaktır, anlaşılması zorlaşacaktır. Yozlaşmış olacaktır aldatmaca görüşlerle. Büyük güçlükler içinde kalacaktır aritmetik, müzik, geometri gibi içinden çıkılmaz bilimler karşısında, Saf felsefeyi öğrenen kişi, araştırır bilimleri. Hayal mahsülü teoriler olarak görmez, Atum'a adanmış bilgiyi. Çünkü o bilgidir ki ifşa eder sırlarını, sayıların gücüyle düzenlemiş mükemmel işleyen evrenin. Çünkü o bilgidir ki, belirler denizlerin derinliğini ve ateşin güçlerini ve fiziksel cisimlerin büyüklüğünü, bunlar saygı dolu bir huşu verir. Yaratıcının ustalığı ve bilgeliği karşısında; çünkü müziğin esrarı tanıklık eder yüce sanatçının emsalsiz dehasına. Güzel bir ahenkle birleştirmiştir herşeyi tek bir bütün için detaylı nağmelerle dolup taşarak. Atum'u sevmek düşüncede, kalpten ve katışıksız biçimde, ve onun iradesini izlemek; felsefe budur, gölge düşürmediği amaçsız fikirleri destekleyen zorlayıcı arzuların. Ancak şimdiden görüyorum ki, gelecek zamanlarda zeki ve entelektüel kişiler yanlış yola sevk edecek insan zihinlerini, onları saf felsefeden saptırarak. Bizim adanmışlığımızın etkisiz olduğu, kalpten hissedilen dindarlığımızın ve biz Mısırlıların Atum'u ululadığımız özenli hizmetimizin ödül getirmeyen boş bir çaba olduğu öğretilecek. Mısır göklerin bir suretidir ve Kozmos tümüyle burada ikamet eder, burasıdır mabedi; ama tanrılar yeryüzünden gidecekler ve gökyüzüne dönecekler, ruhsallığın eski vatanını geride bırakarak. Mısır terk edilmiş ve ıssız kalacak, tanrıların mevcudiyetinden yoksun. Yabancıların eline düşecek bizim kutsal adetlerimizi yadsıyacak olan. Bu kutsanmış topraklar ve türbeler ülkesi cesetler cenazelerle dolacak. Kutsal Nil kanla köpürecekve suları yükselecek, dökülen kanlarla pislik içinde. Bu sizi ağlatıyor mu? Daha beteri gelecek. Bu ülke ki bir zamanlar, insanlığın ruhsal öğretmeniydi, bu ülke ki öyle sevmiş ve adamıştı ki kendini tanrılara onlar bile tenezzül etmişlerdi yeryüzünde ikamete, ama şimdi söylüyorum sizlere, bu ülke zulümde geride bırakacak diğerlerini. ölülerin sayısı yaşayanları kat kat aşacak, ve hayatta kalanlar Mısırlı sayılacaklar sadece dillerinden dolayı, çünkü davranışlarında başka bir ırkın insanlarına benzeyecekler. Ah Mısır! Dininden hiçbir şey kalmayacak, boş bir masaldan başka, buna kendi çocukların bile inanmayacaklar. Geriye hiçbir şey bırakılmayacak, bilgeliğini anlatacak, eski mezar taşlarından başka. İnsanlar hayattan yorulmuş olacaklarve vazgeçecekler görmekten saygı dolu bir hayranlığı hakkettiğini evrenin. Ruhsallık, bütün nimetlerin enbüyüğü, sonuna gelmenin işaretlerini verecek ve itibar görmeyen bir yük gibi algılanacak. Dünya artık sevilmeyecek Atum'un emsalsiz eseri olarak; onun ilksel mükemmelliğinin şahane bir anıtı, tanrısal iradenin bir aracı,ululaması teşekkür etmesi içingörenlerin. Mısır yoksul kalacak. Her kutsal ses susturulacak. Karanlık aydınlığığa tercih edilecek. Gözler gökyüzüne çevrilmeyecek. Saf olanların aklını kaçırdığı düşünülecek, ve saf olmayanlar bilge diye saygı görecekler. Deliye cesur gözüyle bakılacak ve kötüler iyi sayılacak. Ölümsüz ruhun bilgisine gülünüp yadsınacak. Göklere layık saygı dolu sözlerne duyulacak ne de kabul edilecek. İşte ben, üç kere yüce Hermes, insanların ilki, erişmek için tüm bilgiye, kazıdım tanrıların sırlarını bu taş tabletler üzerine kutsal semboller ve hiyerogliflerle ve onları sakladım gelecekte bizim kutsal bilgeliğimizi arayacaklar için. Her şeyi gören zihin vasıtasıyla, şahitlik ettim bizzat göklerin görünmez yüzüne ve tefekkür yoluyla eriştim hakikat bilgisine. İşte bu bilişle yazıyorum tüm bu mısraları...
Devamını Oku..

Okültizm

"Görünen, görünmeyenin tezahürüdür." Her şeyin kökenindeki temel hakikat budur. Bu ilkeden hareketle "görünen"den yola çıkarak, "görünmeyen" esas güce, ana sebebe doğru uzanmaya çalışmaktadır Okültizm.

Terim Latince’de "gizlemek, saklamak" anlamına gelen "occulere" sözcüğünden gelen, “gizli, saklı” anlamındaki occultus sözcüğünden türetilmiş olup, “gizli ve saklı olanın bilgisi” anlamına gelir. Buradaki “gizli ve saklı olan” ifadesi hem görünmeyen aleme, hem doğaüstü denilen fenomenlere ilişkindir.

Fiziksel alem süptil alemin aynasıdır. Yukarısı aşağıya, aşağısı Yukarısı’na benzer.
Söz zihnin suretidir, zihin de Tanrı’nın.
Sözler tek başına aktaramaz "hakikat"ı.
Tekrar doğmamak istiyorsan eğer,
temizle kendini maddenin akıl dışı ıstıraplarından!
Varlığın ilk adımı, mücadele etmektir nefsiyle. Uzun bir birlik davasıdır bu… Birleştirmek isterken biri, ayırmak ister diğeri.
Kendini dönüştüremedikçe, hiç bir şeyi dönüştüremezsin!

Zümrüt Tabletler (Hermetika*)

*Hermetika ya da diğer adıyla “Zümrüt Tabletler”, eski Yunanlılar’ca Hermes Trismegustus olarak adlandırılan Hermes-Thot’un öğretisine ait kimi metinlerin eski Yunanca ve Latince yazılmış eldeki parçaları bütününe verilen addır.Okültizmin temelinde hermetik düşünce, hermetizm vardır.

Hermetizm, Eski Mısır’da yaşamış bilge Hermes-Thot’un (Trismegistus) öğretisidir.

Mısır kökenli Yunanca metinlerde Hermes-Thot’dan majinin, simyanın, astrolojinin, astronominin, tıbbın ve bilgeliğin kurucusu olarak söz edilir. Bu metinlerde ondan “üç kere büyük Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz edilir.

Hermetik düşünce sadece Mısır ve Mısır dinini değil bütün insanlığı etkilemiştir. Yeni platonculuk, rönesans, reform hareketleri ve İslam’daki mistisizm düşüncesinin temelleri Hermetik metinlere dayanır. Kabalist anlayış, simya geleneği, hristiyan gnostizmi, pagan rahiplerin mistizmi Hermetik geleneğe bağlıdır.

Hermetizm hakkında bilgi veren eski metinler günümüzde hermetika ya da zümrüt tabletler olarak adlandırılır. Bunlar eski Mısır’da kutsal alfabeyle yazılmış orijinal kayıtların farklı alfabelere çevrilmiş kopyalarının kısmen eski Yunanca’ya ve Latinceye çevrilmiş bölük pörçük parçalarından oluşurlar. Bu metinlerin İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş kısımlarındaki bilgilerin de, hem çeviriler sırasında hem de başka nedenlerle bir miktar anlam kaybına uğradıkları sanılmaktadır.

Hermetik bilgilerden bazıları :

Fiziksel alem süptil alemin aynasıdır.

Ezeli ve ebedi olan Tanrı, düşüncelerle anlaşılmaz.

Ruhlar yeryüzüne sınavlarla gelişim için gelirler, almaları gereken dersleri alana kadar tekrar tekrar doğarlar.

Kişiyi ölüm sonrasında vicdanı yargılar, kişinin yeryüzünde yaşarken yaptıkları unutulmaz.

Bu ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir.

Eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır.

Evrende kozmik yasalar işlemektedir.

İnsanlar kaderlerini yaptıkları iyi ya da kötü hareketlerle belirler.

İnsanlar yaşadıkları dünyayı kirletmeleri halinde dört unsurun başkaldırmasıyla karşılaşacaktır.

Yunuslar ve arslanlar diğer hayvanlardan daha gelişmiş varlıklardır.

Hermetika günümüze Grekçe’ye çevrilmesi sayesinde ulaşmıştır. M.Ö. 3. yüzyılda birçok astroloji metni Grekçe’ye çevrilmiştir. Bu zamanda Toth’un yazıları da Grekçe’de dolaşmaya başlamıştır. Hermes Trismegistus’a atfedilen eserler Grekçe’de hem bir kadim bilgiler ansiklopedisi hem de simya, astroloji, tıp, botanik gibi pratik amaçlara yönelik bilgi kaynağı olarak kullanılmıştır.

Hermes’in metinleri felsefi ve teknik olarak ikiye ayrılabilir.

Felsefi kısmı, içsel dünya ve Tanrısallık hakkında bilgilerin işlendiği;

Corpus Hermeticum,
Stobaeus Fragmanları,
Viyana ve Nag Hammadi papirüsleri
Logos Teleios


Diğer metinler ise astroloji, simya, anatomi, tıp, botanik, ile ilgili bilgileri içerir.

Grekçe’ye oradan da Latince’ye çevrilen eserler 7. yüzyıldan itibaren Arapça’ya da çevrilerek İslam dünyasında önemli bir yer tutmaya başladı. İslam dünyasında Hermes, İdris peygamberle ve mistik Enoch’la özdeşleştirildi.

Grekçe’den Arapça’ya çevrilen eserler arasında şunları sayabiliriz.

Kitabu’l-esrar.
Nevamis Hirmis.
Risale fi ilm el-ketif.


Arap yazarların hermetik felsefeyi konu alan ve hermetik etki taşıyan yapıtlardan birkaç örnek vermek gerekirse şunlar belirtilebilir.

Kitab Esrar el-kamer.
Adab ül-felasifa.
Muhammet ibn Umeyl Teymimi’nin Kitab şerh ül-suver.
Kitab gayet ül hakim.
İhvan us safa risaleleri.


Günümüzdeki Hermetika çevirileri Grekçe ve Latince eski belgelerden yapılmış çevirilerdir. Olabildiğince başarılı çeviriler mevcuttur. Hermes’in metinleri yaygın olarak kullanılan bütün dillere çevrilmiştir. Hermes’in kendisinin çeviriden dolayı oluşabilecek anlam ve tesir azalmasına dair uyarısına rağmen insanlık bu arıtıcı kaynaktan kendini uzak tutmamış ve farklı dillere çevirileri yapılmıştır. Hermetika’nın her çevirisi çağının ve döneminin donanımının üstünde bir anlayışa hitap edebilme imkanını sağlamıştır.

Hermes’in


“Tefekkür yoluyla eriştim Atum’un bilgisine”

sözlerini unutmamak gerekir .

Gizli bilimler denilince, eski geleneğin devamını sağlayan ezoterik (batıni) doktrin anlaşılmaktadır.

Antik çağ uygarlıklarında her bilimin bir fizik, bir metafizik ve bir de matematik kısmı vardı.Metafizik kısım olmadan, bilim, ölü şeylerin sayılması olurdu. Metafizik, tüm bilimlerin canlandırıcı ruhu idi. Buna karşılık fizik kısım da olmasaydı, bu kez fikri kısım sadece hayali bir safhada kalır, dünyaya uygun bir bilgi haline gelemezdi. Bu üç unsura da sahip olan bilim, gerçek bilimdi. Buna EKSİKSİZ BİLİM, TAM BİLİM denirdi. Tez (fizik), antitez (metafizik) ve sentez (matematik), TAM BİLİM'i meydana getiren üç ana unsurdu. Fizik ve metafizik akımların kullanılması, ancak sentez ile mümkün olabilmekte ve bu da, uzun ve zorlu bir çalışmayı gerektirmekteydi.

On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda bir kısım bilim merkezleri, okullar, çalışmaların fizik tarafına yöneldiler. Çünki bu onlara hem daha kullanışlı geliyor, hem de daha az yorucu ve kısa bir çalışma gerektiriyordu. Böylece, insanlığa ait tüm bilimlerin tüm kollarında ayrılıklar başgösterdi. Fikri kısım teolojik öğretim merkezlerine çekilirken, maddi kısım da, tıp üniversitelerinin ve bilim ekollerinin malı oldu.Zamanla, gerçek çalışmaların ve yüksek bilgilerin tümü, OKÜLT BİLİMLER adı altında karanlığa itildi. Okült bilimler, "müspet" (pozitif) olarak adlandırılan tüm bilimlerin gerçek prensiplerini ve bütün felsefesini kendinde saklamaktadır. Ve ne zaman ki, bu sözü geçen bilimler -ki aslında gerçek bilimin kırıntılarıdır- kendilerini bütünlemek ihtiyacı duyacaklar, o zaman kendi esaslarını okült ve ezoterik bilimlerde aramak zorunda kalacaklardır.

1800lerde materyelistleşen dünyanın sözde okültistleri kara büyüyü filan karizmatik bulup olayı yüzeyselleştirmişlerdir. Aslı mısırdadır.

Okült çalışmalarda eski geleneklerin öğrenilmesi ve öğretilmesi esastır. Bu gelenek ve bilgiler başlıca üç esasa dayanmaktadır:

1-Tek Tanrı fikri.
2-Tekrardoğuş (dönüşüm).
3-Tekamül (değişim).

Ya da;

1-Tanrı, İlkeler koymuştur.
2-Doğadaki tüm olaylar, bu İlahi İlkeler dahilinde meydana gelir.
3- İnsan doğadaki olaylarla İlahi İlkeler arasındaki orantıları (sayıları) tanımaya çalışarak yasaları araştırır.

Mabetlerin en gizli bölümlerinde saklı tutulan bu "sentez", bilimlerin açığa vurulmayan gerçeklerini kendi bünyesinde bulunduruyor ve prensipleri saklamaya yarayan işaretler ve hiyerogliflerle ifade ediliyordu. Okültizm, müspet bilimlerin yerini alıcı değil, onları tamamlayıcıdır. Büyük sayıda fenomenin teori ve pratiğine sahiptir. Kabala uygulamaları, maji, alşimi (simya) ve astroloji bu çalışmaların başlıcalarıdır.


Devamını Oku..

Bir Çizgide Yavaşlayan Zamanda

Bizler kocaman sanılan dünyalarımızda hudutsuz imparatorluklar yönetirken sistem denilen temelsiz imparatorluğun yarattığı kaos tarafından sürekli köşeye sıkıştırılıyoruz. Reddettiğimiz tek tip bakış açısının zaten çıkış yolu yok. Sadece biraz uyuşmak istemiştik ve artık uyuşmak ve yok olmak arasındaki ince çizgide gülümsemekteyiz. Çürüyen bir omuriliğin dayattığı sırt ağrılarıyla. Sonrasında, karşılığında sadece sahte bir tebessümle ödüllendirileceğimiz halde, onurumuza yakışır bir son hazırlama çabası içinde tanınmaz hale gelmiştik. Bazı zamanlar iç hesaplaşmalarımız içimizdeki tüm sistemleri çökerttiğinde, viski içip aslında bu hafta sonunu da o kirli barlar yerine ailemle geçirebilirim gibi bir yanılgıya sürüklenmemize sebep olan sıkışık bir düzlemde yaşamaya zorlanmıştık. Bu yolla her şeyin düzeleceğini sanmıştık, bu da gerçek huzuru yapay olanla karıştırmamıza sebep oldu sanırım. Oysa şimdi birçoğumuz hayatta değiliz, yine de herşey yolunda. Bir Çizgide Yavaşlayan Zamanda.
Devamını Oku..

Hangi burçtan cacık olur?

KOÇ : Bikere başlangıçta Koç zatından değil cacık soğan olmaz. Zaten koçta bu kıskançlık olduğu sürece salataya limonda olmaz. Bizim köye muhtarda olmaz. Burcun kapasitesi bu efendim. Özentilikte bir numara. İkizler atsın kendini aşağı bi bakmışsınız ki Koç zeminde yapışmış. İkizler alt balkondan kıskıs gülüyor tabi. Saftirik bişey bu koç, iki yüzüne gül seni mesih sanır dersin. Hiç bir iyi tarafıda yok zaten. Al bunu oyun hamuru yap yapıştır duvara bir ay duvar saati olarak kalsın gıkı çıkmaz. İnat ya ille orda duracak. Hemmen de gaza gelir yani Koçtan cacık olmaz...!

BOĞA : kendini bir de çok sadık sanmasa hani belki ayran kıvamına gelirdi de. Yok yok boğadan akapunktur için iğne bilem olmaz. Anca kendi doğrularında değerlerinde kendi statüsünde dostlar eş meş arar. Amma sonunda Akrep gibi sorunsuz kaygısız birine vurulursa o ayrı mevzu. Bi kere bu Boğa adı gibi boğadır. Yani nezaket ne o da kimmiş. Yeni bir yemek mi demekten kendilerini alamazlar. Zaten bence çokda gereksiz burç 11 tane olsaydık ne güzel olurdu. 11 ayın sultanı gibi.

İKİZLER : Aboooo bundan cacık değil CD-room olmaz ya. Hiç hiç karşılaştın mı dinlen dinlen hatta dinlenme hemmen kaç. Kızıda erkeğide bir. İki ikizleri aynı odaya sok dinsizin hakkından imansız gelsin yuvarlanıp bir birlerine entrika yapıp dursunlar. Zaten hayatlarında başkada yeşillik yoktur ki. Varsa yoksa onu ona düşüreyim. Onun dedikodusunu yapayım. Hiçç hiçç bir şey olmaz. Şeytanın asası belkim...

YENGEÇ : Efendim bundan bir nebze maydonoz olabilir. Hatta bulgur pilavıda olabilir. Ama fazla beklentiniz olmasın. Sabaha kadar Sezen Aksu dinleyip şiir yazan türk filmlerinde salya sümük ağlayıp sezerciği evlat edinmek isteyen bir burçtan zaten fazla bişey beklemek sahiden ayıp olur. Onu öle kabulleneceksin. Zaten sessizdir anlamazsın bile. Hımm bayansa belki arada viyaaaakkkkk diye sesi çıkar okadar...

ASLAN : Bundan olacaklar olmayacaklardan daha korkunçtur. Banyo sabunu olup hayatınızı kaydırabilen tek özelliğe sahiptirler. Evet kötüdürler. İçten pazarlıkçıdırlar. Ama iyi yanı bunu sinsi sinsi yapmaz çıkarı varsa anlarsınız yani. Öle Pollyanna olma kaygısı yoktur. Ben buyum der sıvışır.

BAŞAK : Bundan olacak şeyler. Vileda, cif, fabuluso dışında pek bir beklentiniz olmasın. İnce eleyip sık dokurlar taktir bekleseniz imkansız. Helede bu burçtan örtmeniniz varsa eyvahlar olsun. Unutun o dersten geçmeyi. Bunlar kendi dışlarında kimseyi beğenmezler. Hayattan beklentileri bir temizlik kovasını dolduracak kadardır zaten. Biz beklesek kaç yazar.

TERAZİ : İdeal burçtur -ki inanmayın tümü ile palavra bu burcun amacı dünyada tek mükemmel kalmak. Gece gündüz resim çizip "ayy ben mükkemmelim picaassoyum yeminne" diyip kendi çaplarında öyle mutlu mesut yaşasalarda. Yazdıkları çizdikleri diğer burçlar tarafından "hahahuhahuahu mala bak yavv gene saçmalıyor" diye algılanır. Alınmazlarda haa öle acaip entel dantel burçtur. Sorunsuz es geçeceğiniz bir saç tokasından ibarettir.

AKREP : Akrepten apartman asansörünü bırak mahhalleye delide olmaz bakkala tartıda. Gururuma dokunsada, kendini bişey sanan mahluktan ne olabilir ki. Ama bide bunlar kendilerini komik falan sanırlarda, bişey demesine gerek yok tipine bak zaten gülesin gelir. Buda hayatmı diye. Mercimek köftesi melki olabilir ama bunlardanda fazla bir şey beklemeyin. Her yerde sallanan güzellik tanrıçasıda hikaye zeusun asası bilem olamazlar. Kapasite olayı.

YAY : Yaydan olsa olsa kadın çorabı olur. Aldatmaya meilllidir. Derdi tasası çapkınlıktır. Kıskançtır ki bide düşman başına töbee vermesin. Herşeyi yanlış anlamakta üstüne yoktur. Hayır yanlış olanıda yanlış anlar bu sinir bozucu... Hırslıdır karınca misali çalışıyım çalışıyım der. Pasoo para harcar ota sidiğe verir parasını amacı ufak tefektir. Hani bir dünyayı ele geçireyim, Bir katil olayım demek yok. Hayalleri sınırlıdır.

OĞLAK : Oğlak rakı masasından başka bişey olmaz efendim. Hayatları hep bunalım geçer. Oturur bunalırda bunalır. Sonra bide anlamsızdırlar. Anlamazsınız bişeye güler neye güldü şaşarsınız. Ortalıkta gezinir nereye gittiği belli değildir. Bu gün bişeyi savunur yarın savunduğu şeyin karşısında olur. Özentidir. Hayalleri her gün değişir. Bir yerinde duramaz hiperaktif ruh yapısından hani çekinirsin. Evcil durur eve girmez. Baka kalırsın bu ne yapıyor yavv diye.

KOVA : CD kapağı olsa belki iyi de. Patlamış hoparlör gibidir. Acaip ses çıkarır. Aynanın karşısına koy kendi kendine bile verecek öğütleri vardır. Coşmuştur dur denilmezse durulmaz. Dur desende anlamaz. Enteldir. Hayatta herşeyi kendi bilir dünya kendi etrafında döner sanır. Zararsızdır. Bırakın o bildikleriyle avunsun izlerken şaşsanızda buda varmış dedirtir. Hiç kasmaya gerek yoktur. Abajura ampul olsa da aydınlatmaz. Kendini aydınlatıyorsa buna dua edilmesi gereklidir.

BALIK : Evet bundan herşey olabilir. Cacıkta olur sütlaçta (kendi burcum ya neyse ayrım yapmayayım). Bundan çok güzel közleme olunur. Rakının yanındada güzel gider. Ama yerken de bi tomar ulaşılmaz hayaller dinler durursunuz be. Hani iki efkarlanalım dersin adam bi geyiğe başlar için bayılır. Hafısaları kendileri gibi olsa keşke. İç etmişse bişeyi unutmaz. Durmadan eski defterleri açar. Ama özünde iyidir. Hayatının değişik köşelerine sıçar sıçar sıçar, doyamaz başkalarını da çağırır "gelin lan siz de sıçın diye" kakası bitince ya da sıçanlar gidince oturur, kokuyu içine çeker. sever kokuyu. tesisatçı çağırmaz çünkü ya kendi bokudur ya da izin verdiklerininkiler. Hayattadırlar pislikleriyle.

Devamını Oku..