Yunan Mitolojisi - 1 - Yaradılış

“Selam size, Zeus’un kızları, verin bana o büyülü sesinizi, kutlayın benim dilimden ölümsüzler soyunu, onlar ki doğdular toprak ana ve yıldızlı gök’ten, karanlık gece’den, suları acı deniz’den. söyleyin nasıl doğdu tanrılardan önce toprak, ırmaklar, şişkin dalgalarıyla engin deniz, pırıl pırıl yıldızlar ve üstümüzdeki sonsuz gökler. sonra nasıl doğdu onlardan her varlığı borçlu olduğumuz tanrılar, nasıl paylaştılar şanları şerefleri, ve nasıl yerleştiler kıvrım kıvrım olympos’a, anlatın bütün bunları, ey Musalar, ta başından başlayıp anlatın, ne vardı hepsinden önce anlatın.”

Evrenin nasıl meydana geldiğini, Musalar’dan aldığı ilham ile böyle anlatır.. Yunan şair Hesiod tanrıların ve evrenin yaratılışını öykülerle anlattığı eseri Theogony (MÖ. 750-700)'de..

Eski Yunanlılar doğadaki herşeyi tanrı olarak görmüşler, etraflarında olan her olayı bir tanrıyla bağdaştırmışlardır. İnsan şeklinde olmalarına rağmen ölümsüz ve insanlardan çok daha güçlü olan bu tanrılar Yunan mitolojisiin temelini oluştururlar.
Tanrılar olarak tasvir edilen; evrenin ve yerkürenin oluşumuyla başlayan süreçlerin imgesel olarak, sanki tiyatro piyesi gibi anlatımıdır aslında. Kozmik süreçler; tanrıların evlenmesi, doğumlar ve kendi aralarında yaptıkları egemenlik ve güç kavgası olarak tasvir edilir. Bu yüzden üniversitelerin bazı bölümlerinde ders konusu olarak işlenir. Bilimin, aklın çözemediğini tasvirlerle anlatır, insanın bir makina olmadığını hatırlatırcasına..

CHAOS (kaos)
En başta Kaos vardı. Kaos; esneyen boşluk, uçsuz bucaksız sonsuz bir yoğunluktu. Hesiod'a göre kavranılamazdır. Bir çeşit ilksel "tanrısal varlık" ya da "hiçlik"olarak gösterilen Khaos, Düzen'den ya da öteki adıyla Evren (cosmos-düzen)'den önce gelmiştir. (Big Bang öncesi evren..)

"Kaos’tu hepsinden önce var olan, sonra geniş göğüslü gaia, ana toprak, sürekli, sağlam tabanı bütün ölümsüzlerin, onlar ki tepelerinde otururlar karlı olympos’un ve yol yol toprağın dibindeki karanlık tartaros’ta, ve sonra eros, en güzeli ölümsüz tanrıların, o eros ki elini ayağını çözer canlıların, ve insanların da tanrıların da ellerinden alır yüreklerini, akıl ve istem güçlerini. Kaos’tan erebos(karanlık) ve kara gece doğdu erebos’la sevişip birleşmesinden."

Her şeyden önce doğan Kaos'un zirvesi olmadığı gibi tabanı da yoktur: durağanlıktan, şekilden, yoksundur, derin bir uçurumdan çok, soyut bir yer (boşluk), yön durumu tayin etmeden, durmadan dönen sersemlik veren bir kasırgadır.. ona bağlı olanı çözen ve aynı zamanda tersini de yapan..

İLK ELEMENTLER:
(CHAOS'tan doğanlar)

GAIA(Toprak Ana):
Kaos'tan “her şeyin sarsılmaz temeli” Gaia ortaya çıkmıştır. Kaos'tan doğan Gaia her şeyin kendisinden meydana geldiği "toprak ana"dır; evrensel bir öğe olarak toprağı simgeler. Gaia yürümek için sağlam bir zemin ve dayanmak için emin bir temeldir. Kozmik bir varlıktır Gaia, bütün öğelerin kaynağında bulunan ana ilkedir, doğurma sürecini başlatan..

EROS (Aşk)
Eros cinslerin bölünmesi ve karşıtların zıtlaşmasından önceki doğurucu gücü temsil eder. Sonsuza dek sürecek olan yaratıcı üreme işleminin de sembolüdür. Aşk ile başlamıştır herşey.
........

Kaos, zıt varlıkların iki çiftine hayat verir:
EREBOS (karanlık♂) ve NYKS (gece♀)'e..

sonra Gece ve Karanlığın çocuklarına:
Aether(Ether♂) ve Hemera(Gündüzün Işığı♀)'ya.

Nyks, Khaos’un kızı, Erebos da oğludur.

Eros'un sayesinde kaos ve Gaia'dan Erebos (karanlık) ve Nyks (gece), onlardan ise Aether (ether) ve Hemere (gündüz) doğar.



Nyks ve Erebos, Aşk♂ ile doğunca düzen ve güzellik karmaşanın yerini almıştır. Nyks ilerde kendi içinde daha karanlık varlıklar doğuracak ve Erebos yeraltı karanlığını, Nyks' de yeryüzü karanlığını simgeleyecektir.

CHRONOS(KRONOS-Zaman), zamanın kişileştirilmiş hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Saatin ölçtüğü zaman ile algılanan zaman arasındaki farklılığı, güzel ifade eden iki kavram Eski Yunan'da ortaya atılmıştır. Bunlar; Kronos ve Karios türü zamanlardır. Kronos, saatin gösterdiği zamandır. Bu zaman türünün mevcut anı yaşamayan kişi için geçerliği olduğunu düşünebiliriz. Karios ise saatin gösterdiği değil, bizim hissettiğimiz zaman olup kaliteli kılınmış bir zaman dilimini ifade eder ki, içinde bulunduğun anı yaşayan kişi için bu tür zaman geçerlidir.

Kaos'tan oluşan Kronos(zaman), bir Titan olan Kronus(bereket)'la sıkça karıstırılır. Kronos, Greko-Roman mozaiklerde genellikle burç çarkını döndüren bir adam olarak gösterilmiştir. Genellikle bu kişiliğe Aeon adı verilir ve bu isim aynı zamanda Kronos'un alternatif adıdır. Astronomide, Roma etkisiyle günümüzde Satürn olarak adlandırdığımız gezegeni Yunanlılar Kronos olarak adlandırırlardı. Güneşten en uzak gezegen olduğu için genellikle gözle görülebilen tanrının yedi mucizesinden yedincisi olarak kabul edilirdi. Ayrica, 30 günle gökyüzünde en uzun kalma zamanına sahip olduğu için zamanın tutucusu ya da 'Zaman Baba' olarak bilinirdi. Bu nedenle de genellikle sakallı yaşlı bir adam olarak görülür.


Zamanın efendisi Satürn'ün aracılığıyla Dünya'nın ve yaratılışın köklerine, insanın sık, sık bakışını gökyüzüne çevirerek cevabını aradığı ilk soruya varırız:

"Eğer gerçekten hareketlerimle evrensel kanuna bağlıysam, hangi ölçü içinde kaderimin kölesi ya da efendisi olmalıyım?"

Kronosun cevabı açıktır:
"Tanrı'nın tecrübesi, kişi yol üzerindeyken ve dünyanın canlı bir parçası olduğunda yapılır. Tüm canlılığı ve ani oluşu ile Tanrı, onu başarmasını sağlasın veya ona köstek olsun onu aydınlatsın veya bulandırsın, kendi yaptığı ve üstüne aldığı her işte insana görünür."
"İnsan, kusurlarından dolayı, yaptığı hareketlerin sonuçlarından kaçınmayı umut etme gücünden yoksundur. Bununla birlikte bizi korkutan bir sertlikle bu sonuçlar bize kendilerini hissettirirler. İyi ya da kötü davranışında insan, kendisiyle övünmeli mi yoksa kendisini suçlamalı mı? Hiçbir durumda insan, kendisinin bu sonuca varabileceğini düşünemez. Suçlu, tamamen kişisel iradesinin hatasıyla yüklü bu alçak gönüllülüğe sahip değildir; başına gelenin tek sebebinin kendisi olmadığını zanneder. Bunun için bir felaketin ortasında bile kendinden emin ve gururlu bir şekilde kalabilir. Sözün kısası, başa gelmiş olan yıkmak için olsa bile, dünyada varolan her şey gibi üstün kararlara aittir. Bu görüşün temeli dünyanın tanrısallığına olan sağlam inanışta yatar. Bu, insanın dünyayı ve bireysel varoluşunu mit aynasında görebildiği zamandır. durmaksızın sürüp giden bu bitmeyen doğurmayı tamamlar."

PARTHENOGENESIS (kendi kendine doğurma) :
Eskiden beri söylenegelen şey, zihnin karşıtlıklar üzerine düşündüğüdür. Karşıtlıklar, birbirlerine nispetle tanımlanır ve bu tanımlama daima içlerinden biri lehine olur. İki karşıt kavramdan biri daima gölge kavramdır. Asıl olan, diğerinin, kendisine nispetle tanımlandığı kavramın gölgesidir. Beden dendiğinde, aklımıza gelen en temel karşıtlıklardan biri, ruh-zihin, beden karşıtlığıdır. Günümüz yaklaşımı genel olarak, zihnin bedenden ayrı düşünülemeyeceğini söylese de tarihin her döneminde bu böyle değildi. Felsefe tarihinde de bu karşıtlık daima asıl sorunlardan biri olagelmiştir.kimi zaman beden ruhun taşıyıcısı olarak görülmüş, kimi zaman da ruh bedenin taşıyıcısı olmuştur.
Beden bir yanıyla doğanın bir uzantısı, diğer yanıyla da ruhla doğa arasındaki aşılmaz sınırdır. Beden topraktan gelir. Neredeyse tüm yaratılış söylencelerinde çamurla yoğurulmuştur. Ruhsa etimolojik incelemelerin gösterdiği gibi, hava-nefestir. Bedene canlılığını veren şey, toprağı dirilten şey bir anlamda tanrının içine üflediği nefes, ya da daha doğrudan bakışla soluk alıp verirken ciğerlerimize dolan havadır. Ruh uranos'un hayaletidir bir bakıma. Bedense Gaia'dan bir parça. Bu ayrım karşıtlığımıza ikincil bir anlam katıyor. Ruh karşıtlığımızın eril tarafı, bedense dişi tarafıdır. Bu yüzden de ruh bedenin içine hapsolmuştur. Bir yandan da bedeni yönetmektedir.

Gaia ve Kaos'da, doğar doğmaz kendi zıtlıklarını ve yansımalarını bir araya getiren kendilerinden başka ardı ardına bir şey yaratma fikrini doğurdu. Böylece, gitgide kendi kendini izleyen yaratılışa evlilikten, döl vermeden, ardı ardına gelen kuşakların rekabetinden, birleşmelerinden ve zaferlerinden oluşmuş dramatik bir ders verecek olan, yüzleşmiş ortakların bulunduğu bir dünya kurulur..

Gaia “parthenogenesis” (kendi kendine doğurma) prensibine göre Gök’ü, Dağ’ları ve Deniz’i yarattığını şöyle anlatır Hesiodos:

"Toprak bir varlık yarattı kendine eşit: dört bir yanını saran uranos, yıldızlı gök, mutlu tanrıların sürekli, sağlam yurdu. yüksek dağları yarattı sonra, konaklarında tanrıçalar oturan dağları. sonra denizi yarattı, ekin vermez denizi: azgın dalgalarıyla şişen pontos’u. kimseyle sevişip birleşmeden yaptı bunu."

Hesiod der ki, "Gaia'dan gökyüzü yükseldi"..
Gaia, önce yıldızlı gökyüzüne(uranos) hayat verir; onu kendisini her yandan kaplasın ve örtsün diye "kendi kendine eşit" yaratır. Gaia'nın ikiye bölünmesi, karanlığın ve ışıklı olanın arasında çekip uzatılmış kendi gibi gözüken Yeri ve Kaos'u ortaya koyar; işte bu, gecenin karanlık ama yıldızlı gökyüzüdür. Buraya kadar yaratılmış olana ulaşan Güçler, doğanın kuvvetleri veya ana unsurları gibi kendilerini tanıtırlar. Şimdi dünyanın tiyatrosu değişik tipte oyuncuların sah-neye girmesi için hazır hale gelmiştir.

GAIA --> URANOS --> PONTOS
Khaos'tan sonra ortaya çıkan Gaia ilk önce gökyüzü Uranos(gökyüzü)'u kendisinden çıkarır bir başka tabirle doğurur. . O zamanlarda, gökyüzü ve yeryüzü birbirine o kadar yakındı ki, birbirlerine öyle büyük bir aşkla sarılmışlardı ki (Eros), aralarındaki sınır ayırt edilemezdi. Bereketli, yeşil Gaia, Uranos'un yağmurlarıyla ıslanınca, Pontos(deniz) doğar.

GÖK BABA - TOPRAK ANA DÖNEMİ
ve TİTANLARIN DOĞUMU:

Titan dev anlamına gelir. Titan’lar yaratıcı evrensel güçle yeryüzü arasında bir geçiş yeri oluştururlar. İnsana bahşedilen akılla yeryüzünün sunduğu nimetlerin buluşmasıdır diyebiliriz.

"Toprak sonra sarmaşıp kucaklaşıp uranos’la doğurdu derin anaforlu okeanos’u ve koios’u, hyperion’u, iapetos’u theria, rheia, themis ve mnemosyne’yi, altın taçlı phoibe’yi, sevimli tethys’ü. bunlardan sonra kronos geldi dünyaya, o ard düşünceli tanrı, en belalısı toprak oğullarının. ve kronos diş biledi yıldızlı babasına."
Gaia(toprak) ve Uranos(gökyüzü)'un kucaklaşmasıyla ilk varlıklar oluşmaya başladı. Gaia, Uranos'un kolları arasında mutlulukla kıpırdandığında, narin, yeşil, yumuşak tepeler oluştu, ve Gaia bu tepelerden Titanlar'ı doğurdu; düşünme yeteneğine sahip ilk varlıkları.


Titanlar; aslında yeryüzünün ilk jeolojik devirlerinden sonra toprakla gökyüzünün aşkıyla oluşan doğanın ve ilk canlılarla oluşan bilincin ve güzelliklerin temelini temsil eden 12 dev imge dir.

OCEANUS (okyanus) - TETHYS(deniz), HYPERION (gözlem) - THEIA(görüntü)
COEUS (akıl) - PHOEBE(parıltı), CRIUS(kural), CRONUS (bereket) - RHEA(doğurganlık), IAPETUS(dikkat) - THEMIS(adalet), MNEMOSYNE(hafıza)

Titanların erkek olanları Oceanus(okyanus), Hyperion(gözlem), Koios(Akıl), Krius(kural), Iapetos(dikkat) ve Kronus(bereket)'u; aynı zamanda Titanides denilen dişi Titanlar ise Tethys (deniz),Theia(görüntü), Rheia(doğurganlık), Themis(adalet), Phoebe(parıltı), Mnemosyne(hafıza) ve adlarını taşıyorlardı.

İlkel gücünün basitliği içerisinde Uranos cinsel etkinlikten başka bir şey tanımaz. Bitmeyen bir gecede, Gaia'nın üzerine yatarak onu her yanından sarar, çevreler ve hiç durmandan ona kalbini açar, duygularını söyler. Bu sabit aşk taşkınlığı Uranos'ta "saklı" olanı meydana getirir; üzerine yatıp uzandığı Gaia'yı saklar; çocuklarını gebe bıraktığı yerde, inleyen Gaia'nın çocuklarının yüküyle derinliklerde tıkanmış kamında saklar. Doğurucu Uranos gündüzün gece ile ardı ardına dönüp gelmesi gibi çocuklarının ışığa ulaşmalarını engelleyerek üremelerin meydana gelişini engeller. Aşkından çılgın, Gaia ile bütünleşmiş, çocukları büyüdüğünden kendilerinin arasına girmelerinden korkarak, onlara karşı nefret dolu olarak hayat verdiği yavrularını doğum öncesi karanlıklara, Gaia'nın kucağına atar. Taşkın cinsel gücünün fazlalığı yaratılışı kımıldamaz hale getirir. Uranos, Gaia ile birleşmiş kalarak artık üreyemez ama Toprağı ve Dalgayı eken üreme organı çocuklarına okuduğu laneti gerçekleştirecek ve gelecek, bu kötü cinayetin intikamını alacaktır.

Uranos yeni kutsal kuşakların durmadan doğmasını meydana getirecek ne zaman bırakır ne de Gaia'nın üzerinde bir yer. Eğer sınırlanmış varlığı ile gücenmiş Gaia olayların görünümünü değiştirecek kalleş bir kurnazlık düşünmeseydi, dünya donmuş bir şekilde kalacaktı.

CYCLOPES, HECATONCHIRES, (tepegözler, yüzkollular)
"sonra toprak kyklop’ları doğurdu, azgın yürekli, brontes’i, steropes’i ve belalı arges’i ki her bakımdan tanrıya benziyordu bunlar ama bir tek gözleri vardı alınlarında. yuvarlak tek gözlerinden geliyordu adları, zorlu, başarılıydılar hep yaptıklarında. başka oğulları da oldu gaia ile uranos’un, üç yaman oğul ki korku ile anılır adları: kottos, briareus, gyes, başı göklerde çocuklar. her birinin yüz kolu vardı omuzlarından sarkan, korkunç, ve elli başı güçlü omuzları üstünde. korkunçtu koca bedenlerinin amansız gücü."

Titanlardan sonra, Gaia ve Uranos tek gözlu Kyklop(Kiklop-Tepegöz)ve yüz kollu dev canavarları (Hekatonkhei) doğurdu.Kykloplar, üç taneydi; Brontes(gök gürültüsü), Steropes(şimşek) ve Arges(parlaklık).

Bunlardan başka omuzlarından bükülmez yüzer kolları sallanan ve sırtlarına ellişer baş dizilmiş olan; Kottos, Briareos, Gyges adındaki devler dünyaya geldi. Bunlara Hekatonehires yada Centimanes derler.

Babaları Uranos onlardan görür görmez nefret etti, iğrendi ve toprağın içine (Tartaros'a) geri itti. Gaia acıyla kıvranıyordu, bu kıvranmalardan yeryüzündeki büyük taşlık dağlar (Qurea) oluştu. Ancak Uranos Gaia'ya eziyet etmekten vazgeçmiyordu.

Hikaye şöyledir: Uranos ürettiği azmanlardan korkup onları doğar doğmaz gaia'nın içine gömer. Gaia şiştikçe şişer, patlayacak duruma gelir, kocasının bu uygunsuz hareketini cezalandırmak yoluna gider ve kurduğu düzeni son oğlu titanlar grubundan olan kronus(bereket) yoluyla gerçekleştirir.

"..sakladı onu, pusuya yatırdı, bir tırpan verdi eline, keskin dişli, ve oynayacağı oyunu öğretti ona. Koca uranos geldi geceyle, indi yere arzudan yanıp tutuşarak, yaklaşıp sardı toprağı boydan boya. ama pusuda bekleyen oğlu uzattı sol elini ve sağ elindeki tırpanla bir anda kesti babasının hayalarını.."

Gaia, acı içinde ilk çocukları olan Titanlar'a seslendi. Babaları ve yarı kardeşleri olan Uranos'a karşı kendisiyle birlik olmalarını istedi. Yüreği cesaret ve kurnazlık dolu en genç titan Kronos hariç hepsi kararsız kalır ve titrerler. Bunun üzerine Gaia, Cronus'un pençeye benzeyen güçlü elleri için demiri yarattı. Yerden biten bu demiri çakıltaşıyla biledi, bir orak haline getirdi ve Cronus'a verdi. "Bununla babanı hadım edeceksin!" dedi. Cronus orağı aldı, ve gece olduğunda uykuya çekilen babasının üzerine atıldı ve onu hadım etti.

Zaman, hayat kaynağı. Kronos'u bize ilk Kral gibi ama aynı zamanda Gök-Baba ve Toprak Ananın ilkesel birliğinin ayrılışının başlamasına sebep olan kişiymiş gibi de tanıtır. Onun sayesinde zaman ilkesel Uzay'ı takip ederek, harekete geçer. Madem ki zaman vardır, öyleyse devirler de vardır; onun barışmalarıyla ve rekabetleriyle bir ikilik ortaya çıkar. Onun işlevi ilkesel kaynaklardan farklılaşmıştır ve namuslu bir insan olmak için geçmek zorunda olunan kanıtları onaylamak olmuştur.

Bu şiddet dolu hareketin kesin kozmik sonuçları olacaktır. Gökyüzü hiçbir zaman Yer'den uzaklaştırılamaz, kozmik yapının çatısı gibi dünyanın üzerinde sabitleştirilir. Uranos artık Gaia ile ilkesel varlıklar üretmek için birleşmeyecektir. Uzaklık kendi kendine açılır ve yarık şekillerini alır, zamanda ve uzamda yerlerini bulacak varlıkların çeşitliliğine izin verilir. Yaratılış üzerindeki engel kalkar ve dünya ürer, düzenlenir. Bununla beraber bu kurtarıcı hareket aynı zamanda korkunç bir cinayettir ve Gök-Baba'ya karşı bir isyandır, kozmik düzenin, iktidar hiyerarşileri ve Tanrılarda yetki ayrımlarıyla, suçlu bir şiddetle, bedelinin ödenmesi gereken kalleş bir kurnazlıkla kurulmasının mümkün olamayacağı düşünülebilir. Kronos bir bıçak darbesiyle kopardığı Uranos'un cinsel organını sol elinde tutar. Ardından hemen arkasına bakmadan kötü kaderinden kaçmak için elindeki kanlı kalıntıları atarak oradan kurtulur. Acı kaybolmuştur. Gerçekten, çok eski varoluş anlayışında iç insanın kendi miti yoktur. Bu demektir ki o tamamen yaratılış mitinde kaynaşmış ve varolmuştur ve özel belirli bir şekli vardır. "Kararlarınızı alırken sahip olduğunuz motivasyonlar, burada tanrıların tanıdığı motivasyonlardır. İnsanda önemli olarak tamamlanan her şeyin belli başlı temeli ve yoğunluğu insan kalbinde değil Tanrılardadır. Demek ki, kendinin büyük bir varlığa ve onun yaşayan simgelerine ait olduğunu bilir. Onları tanıdığı zaman insan kendi kendisini öznelliğin içine saklamak ve sürüklemekten ve aynı zamanda az emin ve inatçı olmakta uzak, nesnelliği, dünyadan yaratılmış olana ve buradan kutsallığa kadar gerçeği yakalar." Bu yüzden, bir şeyi tanımak ve anlamak onun için bu duyguya sahip olmaktan daha önemlidir. "Aşk, asalet ve adalet ile gayret eden, sevilmeye değer, asil ve doğru olanı bilir."

Babasının erkeklik organını kesen Cronus, ardına bile bakmadan ordan uzaklaştı. Kesilmiş erkeklik organından toprağa damlayan kanlardan Erynyes(öç perileri)'ler ve Nymph(peri kızları)'ler doğar.

Uranos'un hadım edilmesi Toprakta ve Denizde, zıtlıkları içinde birbirinden ayrılamayan sonuçların iki düzenini oluşturur, bir tarafta şiddet, nefret, savaş: öbür tarafta şefkat, uyum, aşk. Demek ki yeryüzü zıtların karışımı ve karşıtların bileşimi aracılığıyla kendi kendini düzenlemiştir ama uyum ve karşıtın güçlerinin dengelendiği bu karışımlar dünyasında iyinin ve kötünün arasındaki paylaştırma çizgisi kurulmamıştır. Savaş ve sevgi güçleri eşit şekilde aydınlık ve karanlık görünümlere sahiptir. Onları birbirlerinden ayıran gerilim ilişkisi her birinin arasında kendi doğasına özgü anlaşılmazlığı ile bir kutupsallık şeklinde belli olur.

Erynyesler evrendeki düzenin ve doğa yasalarının bekçileri olarak görülürler. Erinye’ler başkalarına zarar verecek şekilde haklarının dışına çıkan herkesi, insan veya ilah olduklarına bakmadan, evrendeki düzenin korunması için, merhametsizce cezalandıran ilaheler olarak tanımlanır. Suç işleyenlerin peşine takılırlar, yeryüzünde olduğu gibi, öte-âlemde de durup dinlenmeden, gece gündüz suçluları bulup cezalandırır, işkence ederler. Acımasız olmalarına karşın, bu işi o kişinin ve herkesin hayrı için yapmaktadırlar. Bu yüzden onlara “eumenide’ler” (hayırlı’lar) de denir. Kişi ıstırabını yeterince çektiğinde ve yeterince pişman olduğunda yakasını bırakırlar. Erinye’ler kimilerine göre, İlâhî İrade Yasaları’nın gereklerini, bunların varlıkta yansıması olan vicdanı, vicdan sesini ve vicdan azabını simgeleyen bir semboldür.

Nymph'ler; yeri ve denizi dolduran sayısız çokluktaki dişi, tanrısal varlıklardır. Ölümsüz değillerdir ama tanrılar gibi ambrosia(nektar) ile beslendiklerinden çok uzun yıllar yaşarlar ve hep genç ve güzel kalırlar. Doğurganlık ve zariflik simgesidirler. Mitlerde genellikle güzellikleri yüzünden başlarından geçenler anlatılır, genel olarak perilerin güzelliğine vurgu yapılır. Çok sayıda nymph türü vardır ve bunlar yaşadıkları yerlere göre ayrı adlar alırlar. Oreadlar dağlarda, Naiadlar akarsularda, Dryadlar meşe ağaçlarında yaşarlar.

Ardından, Uranos'un kesilmiş erkeklik organından damlayan ikinci kan damlalarından Gigant'lar doğdular. Gigantların dış görünüşleri pek garipti. İnsanlara benzer bir yapıları vardı ancak vücutlarının alt kısmında yılan biçimli bir kuyruk bulunuyordu. İki ayakları üzerinde duruyorlar ancak sürüngen özellikleri de gösteriyorlardı.. ( Dinazorlar?.. )

Organ uçtu, uçtu, sonunda suya düştü... Üzerinde bulunan spermler tuzlu deniz suyu ile birleşti ve bir köpük oluşturdu. Bu köpük Kıbrıs kıyılarında karaya vurdu ve içinden güzeller güzelli Tanrıça Aphrodite (Afrodit) doğdu. Aphrodite göğün kızıdır ve ilk tanrıçalardan biridir. Roman mitinde kendisine Venüs ismi verilmiştir, sabah ve akşam yıldızı olarak görünmüştür. (Roman mitindeki karakterlerin hemen hepsi Grek mitinden alınmış, isimleri değiştirilerek anlatılmıştır...)

Hesiodos yaratılışın birinci bölümünü burada bitirir.yaratılış aşaması devam eder ve yaratma gücüne sahip başka tanrısal varlıklar devreye girer. Hesiodos'un dizelerine göre,bundan sonra yaratanlar ve yaratılanları iki ayrı grupta toplayabiliriz: gece ve deniz'in yarattıkları.

"gece üç ölüm tanrısı yarattı: korkunç moros, kara ker Moire(kader) ve thanatos(ölüm)'u hypnos(uyku)'u ve sürü sürü düşleri kimseyle yatmadan yarattı onları kara gece. acı gülüşlü momos(alay)'u, dertler anası oizys'ü yarattı, sonra hesperidleri, batılı gece kızlarını;"

Nyks(Gece) kendi kendine üretmeye koyulur, ortaya çıkardığı varlıklar karanlık güçlerdir:
Thanatos(ölüm), Hypnos(uyku), Hesperides(4 peri), Nemesis(intikam), Oneiros (düş), Apate(hile), Momus(Alay), Moros(kötü kader), Geras(yaşlanma) oluşmuştur.
MOIRAE (Kader - Mireler):
Mireler, aslında Kaos’tan çıkmış, yani yaratılışla birlikte var olmuştur, ezeli ve ebedidirler. Hesiodos’un Mireler'in üç kızkardeş olduklarını (Lakhesis, Klotho, Atropos) söyler.

"amaçsız öç alan tanrıçaları: klotho, lakhesis ve atropos'tur adları. tanrılara,insanlara karşı her suçu işler onlar ve suçlu kim olursa olsun cezalandırmadan yatışmaz öfkeleri sonra nemesis'i doğurdu belalı gece, sonra ihaneti, kara sevdayı doğurdu, çekilmez ihtiyarlığı ve azgın yürekli kavgayı."

Lakhesis kişinin geçmişte yaptığı hareketleri temsil eder ki, bunlar o kişinin ileride karşılaşacaklarının “nedenleri”dir. Bu nedenlerin İlâhî Yasalar’ın gereklerine göre beliren kaçınılmaz hale gelmiş sonuçları ise, adı “kaçınılmaz olan” sözcüğünden türetilmiş “Atropos” (ikinci Mira) ile temsil edilir. Adı “eğirmek” sözcüğünden gelen Klotho (üçüncü Mira) ise kişinin şimdiki zaman diliminde yaptığı hareketleri temsil eder."Kader ağlarını örüyor" deyişinin kaynağı Mireler'dir. Bazı tasvirlerde Lakhesis elinde bir asa ile horoskopu gösterir durumda, Klotho elinde bir kirmenle iplik eğirir biçimde, Atropos ise bir güneş saatiyle tasvir edilir.

"deniz'in yarattıkları: deniz doğru sözlü nereus'u yarattı: en büyüğüdür o bütün çocuklarının babacan tanrı derler ona, çünkü hem dürüst,hem yumuşak huyludur"

"sonra deniz(pontus)'in toprak(gaia)la birleşmesinden büyük thaumas, yiğit phorkys doğar, sonra güzel yanaklı keto ve daha sonra göğsünde çelik gibi yürek taşıyan eurybike."

..................................................

Devamını Oku..

Mythos'tan Logos

Yunancada söz, öykü anlamına gelen mitos (mythos), ilkel insan topluluklarının evreni, yeryüzünü ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlama ve henüz sırrını çözemedikleri yaşamla ilgili her türlü oluşumu anlamlı bir biçimde açıklama gereksiniminden doğmuş öykülerdir. Eski çağ insanlarında doğa güçlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitoslar, dinlerin de başlangıcıdırlar. İlkel insanın fizik atılımlarına ek olarak metafizik ve psikolojik davranış ile yer yer tarihsel ve sosyolojik unsurları da içerirler.

Mythos'tan Logos

İlkin "Söz" vardı der Kitap.
Bunu Platon duysa, söz mü, hangi söz diye sorardı. Çünkü eski Yunan dilinde söz kavramını vermek için üç sözcük vardı.


Mythos, Epos, Logos.
Mythos: Söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamlarına gelir.
Epos: Belli bir ölçüye ve düzene göre söylenen sözdür.
Logos: Gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir.


Mythos, söylenen sözün, anlatılan öykünün içeriği ise, epos da onun doğal olarak aldığı, ölçülü, süslü ve dengeli biçimidir. Epos ne kadar güzelse, mythos o kadar etkili olur. Epos ile Mythos un bu başarılı evlenmesidir ki, ilkçağdan kalma efsanelerin ürün vere vere günümüze dek yaşamasını ve Mythos kavramının çağlar ve uluslararası bir nitelik kazanarak ölmezliğe kavuşmasını sağlamıştır.

Logos ise bir yasal düzeni yansıtır. Mythos ile Epos arasında uyum olduğu halde, onlarla Logos arasında ilkinden ve gün geçtikçe kesinleşen bir karşıtlık başgöstermiştir.

Modern bir insanın kesintisiz bir şekilde kutsallıktan arınması, manevi hayatın içeriğini bozmuş, ama hayal gücünün matrislerini kıramamıştır. İyi denetlenemeyen alanlarda koskoca bir mitolojik bir yığın varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

Modern insan, imge haznesini uyandırmak ve taklitçilikten kurtulmak zorundadır. Psikologlar, modern dünyanın dramlarının büyük bölümleri itibarıyla, hayal gücünün artan bir kısırlaşmasının yol açtığını göstermişlerdir.

Mithos, bireyde, algı simgeleriyle, eşyaya yansıtılmış simgeler ve daha sonra da sanat temelli bazı anlatımlarla kendini ifade eder (epos).

Sembollerle süslüdür çünkü onlar kalpten ve hayalden geçen somutun ve soyutun, görülür ve görülemezin, düşüncenin ve davranışın arasındaki köprülerdir ve zıtlıkları birleştirmenin araçtandır.

Mithos davranışlarımızın esin kaynağına dönüştüğü, yaratıcı düşüncemiz tarafından algılandığı ve yaşandığı zaman gerçek olur. Yıldızlar gökyüzünün düzenini, düzenli ritminden kesimleyerek kainatın kalp atışlarını gösterirler ve bu kainatta, tüm varlıkların katıldığı çok büyük bir Hayatın kapılarını oluştururlar.

Mithosdan kendini yeniden türetmemiş bir bilinç, kendi üzerine katlanıp, kendinin farkında olamaz. Bu tür bir bilinç ancak kendisine sunulanla yetinen, kendi kendinin bilincine , özbilincine varamamış bir bilinç türüdür. Bir anlamda da bilinçsizce yaşamakla eşdeğerdir. Farkındalığı yoktur. Edilgen bir yapıdadır.

Oysa mythosdan kendinin üzerine katlanıp, kendini yeniden üretebilen bilinç yapısı, özbilinçtir, etkin yapıdadır ve bir anlamda da (logos) tur.

"Mit; Hiçbir zaman varolmamış olanın fakat daha önce varolan ve varolacak olanın anlatısı"
İnsan mitleri yaşarken, kutsal olmayan ve kronolojik özellikteki zamanın dışına çıkıp, nitelik açısından farklı bir zamana, hem en eski, hem de sonsuza dek yakalanabilecek olan kutsal bir zamana açılıp, kendi kendinin kökenine dönebilmelidir.

Bu da ritos, bir başka deyişle ritus ile olur ki- burada ritus’u düzen anlamında ele aldığımızda, düzenlilik anlamlılık, düzensizlik anlamsızlıktır. Ritus, düzenin bir adıdır, kozmos’ a neden olan ilkedir. Ritus usçuluk açısından Us’ a düzen verendir. Burda körlüğü kaldıran bağdır ritus. Bu da daha sonra Relatio(ilişki) denen kavrama ulaşacaktır.

Bir başka deyişle " Mythos, Ritos ile Ozmoslaşacaktır."

Mitoloji, oluşturulmaz, doğar. insanın merakının ürünü olan, aklındaki "dünya nasıl oluşmuştur", "bizi kim yarattı" gibi soruları açıklamaya çalışır. Bir milletin, bir toplumun tarihi ne kadar eski, kapladığı alan ne kadar geniş, yaşadığı coğrafya ne kadar zengin olursa, mitolojisi de o kadar zengin olur. keza; mitoloji insanın çevresindeki tüm bu etkenleri açıklamaya çalışır.

Mitoloji denince genellikle akla sadece klasik yunan mitolojisi gelmektedir. Ancak din kitapları da bunun içinde olmak üzere, bir çok farklı coğrafyalar mitoloji kaynaklarına sahiptirler. Ancak temelde anlatılan hikayeler hep aynıdır. Bilime karşı bir alternatif olarak duran ve bilimin yani aklın cevap veremeyeceği sorulara cevap getir mitoloji. hatta abartırsak bilimin açıkladığı şeyleri çok da kaale almadan asıl derdin yani çözülmesi gereken şeylerin başka yerlerde yattığını ve bilimin bunu açıklayamadığını dile getirir diyebiliriz.bu yüzden de hiç bir zaman eskimez. çünkü insanların birbirleriyle kurdukları ilişkiler, hırsları, ataerkil dünya düzeni ve tabiki hiç bir zaman yokolmayan iktidar hırsı her zaman insanın ve tanrıların içindedir. joseph campell ında açıkladığı gibi insanlık öncesinden bu güne aslında anlatılan ve dinlediğimiz aslında hep aynı hikayelerdir. ancak biz anlamamakta ısrar ederiz,ders almayız. çünkü bilgi sadece deneyim ile elde edilir, deneyim yoksa bilgi kuru bilgidir. tabi deneyimler sonucunda akıllanmamış türlerde her zaman mevcuttur.bu yüzden de bu hikayeler hiç değişmez. mitoloji ise bunu sürekli dile getirir ve bu yüzden her zaman günceldir.

Bugün biz nasıl yaratılışı açıklamak isterken "iştee... kuantuum.. ee...bigbenk..." diye uzun uzun anlatıyorsak, bu adamlar da zamanında böyle anlatmışlar hikayeleri.

peki ya hikayeyi yazmaları?

dünyanın dört bir yanında geceleri alem yapan kafası güzel gençlerin masallarının süreç içinde mitolojilere evrimleşmesinin tek sebebi, o dönemde daha iyi açıklama getirilememiş olmasıdır.

Birçok öykülerin çeşitli anlamları ve de anlatımları vardır. Birçok bölgelerde yerel dillere göre adlanıp karşımıza çıkan aynı tanrıdır, aynı olaydır. Zaman sürelerine göre öncelikleri , ilkin nerede ortaya çıkıp oluştukları saptanamaz. .
Önemli olan , herhangi bir mitin, hangi bölgede, hangi nedenle çıktığı ve benimsendiği ve de halen günümüzdeki yansımalarıdır.

Kendi kendinin farkında olamayan bir insan bilinci buzdağının su üzerinde kalan kısmı gibidir.
Ve olayların, bilinçlerin su üzerinde kalan bölümünü görür, değerlendirir, yargılarda bulunur.
Mitolojiden felsefeye geçiş dinsel düşünceden özgür düşünceye , inançsal açıklamalardan deneysel açıklamalara, kişileştirmelerden kavramlaştırmaya geçiş demektir. Yineliyorum, bir anlamda özgürlüğe geçiştir.

Devamını Oku..

Ayna ve insan

Bana velî diyorlar. Dedim ki haydi öyle olsun, bana bundan ne kıvanç olabilir? Belki ben bununla öğünürsem çok çirkin düşer, ancak Mevlânâ, Kuran ve hadiste yazılı vasıflardan anlaşıldığına göre velî'dir. Ben de velinin velisi, dostun dostuyum; bu bakımdan daha sağlamım.

Aynaya yüz kere secde etsen hiç yerinden oynamaz. Onda eğer sonradan olmuş bir çirkinlik varsa, kusuru kendinde bil aynayı kötüleme. Onun yüzünde gördüğün bu tek kusuru ondan gizle, çünkü o benim dostumdur. O hal diliyle der ki, «Bu elbette olmaz.»

Dedi ki: Şimdi ey dost, aynayı elime ver de bakayım diyorsun! Buna bir bahane bulamıyorum, sözünü kıramıyorum, ama gönülden bir bahane bulayım da aynayı sana vermiyeyim diyorum. Çünkü senin yüzünde bir kusurun var desem, belki ihtimal vermezsin, eğer aynanın yüzü kusurludur desen daha beter olur. Sevgi bırakmaz ki bir bahane bulayım. Şimdi diyorum ki, aynayı eline vereyim, ancak aynanın yüzünde bir kusur görürsen onu aynadan bilme; aynada sonradan olmuş bil! Onu kendi hayalin bil, yahut kusuru kendinde bul! Bari benim yanımda aynaya bakma. Şart odur ki aynanın yüzünde kusur bulmayasın. Eğer kendine de kusur bulamıyorsan, bari o kusuru bende bul ki aynanın sahibiyim. Aynayı kötüleme!

«Kabul ettim and içtim,» dedi, «aynayı getir artık sabrım kalmadı.» Tekrar gönlü razı olmadı, «Ey üstat,» dedi «tekrar bir bahane bulayım ola ki bu şarttan vaz geçersin.» Ayna işi ince bir iştir. Tekrar aradaki sevgi buna müsaade etmedi. «Şimdi o şartı bir daha tazeleyelim,» dedi. O da şu cevabı verdi: Şart ve sözleşme şudur: Her kusurunu gördükçe aynayı yere vurmayacaksın, onun cevherini kırmayacaksın! Cevheri kırılmaya elverişli olmasa bile bunu yapmayacaksın. «Hâşâ,» dedi «asla böyle bir kasıtta bulunmam ve bunu da düşünmem bile. Ayna hakkında hiçbir kusur düşünmem.»

«Şimdi aynayı bana ver ki bendeki edebi göresin; bendeki vefayı göresin!» Dedi ki: Eğer kırarsan onun cevheri şu kadar, bedeli bu kadardır. Buna tanıklar, deliller gösterdi.

Şimdi bütün bu sözlerden sonra aynayı eline verince kendisi kaçtı. Öteki kendi kendine, «Eğer bu ayna iyi ise, o niçin bırakıp kaçtı?» diyordu.Hemen kırmayı düşündü, yüzüne tuttuğu zaman yüzünde çok çirkin bir hayal gördü; istedi ki yere vursun. Ama bunu yapamadı. Dedi ki: Onun yüzünden ciğerim kan oldu. Şu suç ve ziyan karşılığı ödeyeceği paralar, bu iş için tutulan tanıklar sözleşmeler hatırına geldi. «Keski,» dedi «o şartlar, o tanıklar ve para cezaları olmayaydı. Ben de gönlümü hoş eder ne yapmak gerektiğini ona gösterirdim.»

O bunu söylerken ayna da hal diliyle ona şöyle çıkışıyordu: Görüyorsun ya! Ben sana ne yaptım? Sen bana ne yapıyorsun? Şimdi o kendini seviyor, bahaneyi aynada buluyor. Çünkü kendini seven kimse nefsine saygı gösteriyor. Aynayı seven de her ikisinden vazgeçer.
Bu ayna, Hakkın kendisidir. O sanır ki ayna ondan başkasıdır. Bununla beraber aynaya dönenlere ayna da karşılık verir. Aynanın eğiliminden dolayı onun da aynaya karşı eğilimi vardır. O tersine olarak aynayı kırmış olsaydı beni de kırardı. «Ben gönlü kırıkların yanındayım,» buyurulmadı mı? Sözün kısası, aynanın kendi kendine eğilmesi ve ihtiyat göstermesi imkansızdır. O bir mehenk taşı ve terazi gibidir; eğilimi daima hakka doğrudur.

Bir defa ona desen ki, «Ey terazi! Bu ağırlık azdır doğru oturmuyorsun! Doğru göster!» O ancak hak olan şeyi gösterir; iki yüz yıl düzen versen karşısında iki yüz kere secde etsen de faydasızdır.
Mevlânâ size çok teşekkür ediyordu; onu dinlemek ve dinlemekteki zevk, sizinle yanına gittiğimizde gösterdiği lütuf ve iltifatlar o kadar hoşumuza gitti ki, oradan ayrılmak istemedik. Şunu hatırla ki, bu halk ile iki yüzlü konuşursan hoşlarına gider; sen de onların sözlerini dinlersen hoş karşılarlar. Yoksa başka türlü konuşmaktan sıkılırlar. Bugün onlar bizimle iyi geçinmeseler bile yine doğru hareket etmek gerekir. Kendine ve dostlarına karşı daima doğru davranmak yaraşır. Nasıl ki ulu Allah Peygamberine, «Emrolunduğu gibi doğruluk göster!» (Hûd sûresi, 113; Şûra sûresi, 15) buyuruyor. Sen ki doğrusun, doğru kal! Doğruluk göster. Eğriye ne kadar doğru desem doğrulmaz. Adamın biri Padişaha nedim olmuştu. Bu adamın gerçek dostluğu Padişahın hoşuna gitti, onu daima okşardı. Padişahın işleri bu yeni nedimin günlerinde düzelmiye başladı; en zor işler kolaylaştı. Bu vaktin erleri ise bu yolda taklide giderler ve işi taklidin son kertesine götürürler. Bu iş ve bu konudaki düşüncemiz şudur ki, bütün bu sözler büyükler tarafından söylenmiştir. Remizler, işaretlerle bu sözlerin yorumları her taklittir. Hiç bir yerden başını çıkaramaz.

Devamını Oku..

Dinle, Küçük Adam!

Dinle, küçük adam! bilimsel bir belge değil, insan üzerine bir denemedir. 1945 yılı yazında Orgon Enstitüsü'nün arşivleri için yazıldı ve yayımlamak amacı taşımıyordu. Bu kitap, bir bilim adamı ve doktorun hem fırtınalar, hem kendi içinde savaşım verirken önce çocuksu bir saflıkla , sonra şaşkınlıkla, en sonunda korkuya kapılarak sokaktaki insanın nasıl kendi kendini cezalandırdığını, nasıl acı çektiğini ve kendi başına öfkelenip durduğunu, kendi düşmanlarına nasıl hayran olduğunu ve dostlarını öldürdüğünü, halk temsilciliği görevini yüklenip iktidara geçince elindeki gücü nasıl kötüye kullandığını, daha önce kendisine acı çektiren zalim egemen sınıflara nasıl taş çıkarttığını uzun yıllar boyunca gözlemleyerek vardığı sonuçtur.

(Duygusal Veba: Nevrotik karakterin toplumsal düzeyde yıkıcı etkisi.)
İnsanların içinde bulunan "yaşamı temsil eden şey", toplumsal ve insansal karşılıklı ilişkiler içinde son derece doğal ve saftır; bu yüzden, koşulların insana egemen olduğu durumlarda tehlikeye düşer. İnsanın içindeki "yaşayan şey", kendi türünden olan bir insanın da, yaşamın yasalarına kendisi gibi uyduğunu, doğal, yardımsever ve özverili olduğunu varsayar. Sağlıklı çocuklara ya da ilkel insanlara özgü olan bu doğal temel davranış, coşkusal veba varolduğu sürece, insanın akılcı bir yaşam düzeni sağlama savaşımında en büyük tehlike olarak boygösterecektir. Çünkü vebalı birey de kendi türünden olan canlıların, kendi düşünme ve davranış biçiminin özelliklerini taşıdığını varsayacaktır. Doğal ve bozulmamış birey, bütün insanların doğal olduğuna inanır ve ona göre davranır. Vebalı insansa, bütün insanların yalan söylediğine, çalıp çırptığına, başkalarını dolandırdığına ve üstünlüğü ele geçirme çabası içinde çırpındığına inanır. Açıkça görülüyor ki, insanın içindeki "yaşayan şey" zayıf ve tehlikelere karşı dayanıksız durumdadır. Vebalı bireye elini uzatsa, kolu kapılacak, varı-yoğu alınacak sonra da kendisiyle alay edilecek ya da ihanete uğrayacaktır; güvendiği herkes onu aldatacaktır.

Orgon enerjisi: Kozmik enerji
Bu böyle gelmiştir; ancak böyle gitmemelidir. Yaşamın korunması ve gelişmesi için savaşımında, katı davranmak gerekiyorsa kaçınılmamalıdır; insan, "hakikatlere" korkmadan tutunduğu sürece katı davranmakla doğallığını yitirecek değildir. Bizim umudumuzu besleyen şey, kişiliği kabuk bağlamış toplum içinde uyum sağlamış bireyin karanlık ve arsız isteklerine seslenerek sonsuz mutsuzluklara yol açan veba hastalarının, milyonlarca etkin ve dürüst insan arasında bir avuçtan daha az olmasıdır. Kitlenin bir parçası haline gelen bireyde bulunan coşkusal vebanın mikroplarına karşı yalnızca tek bir panzehir vardır: bireyin, kendi içinde bulunan "yaşamı temsil eden şey"in canlılığını duyması bireyin doğrudan doğruya "kendini kavraması". Bu "yaşamı temsil eden şey" güç elde etmeyi değil, gücün insan yaşamında oynaması gereken rolü üstlenmesini ister. İnsan yaşamı, sevgi, çalışma ve bilgiden oluşan üç temel direk üzerine kurulmuştur.

Dinle, Küçük Adam!
Sana "Küçük Adam", "Sıradan İnsan" diyorlar; yeni bir çağ, "Sıradan İnsan Çağı" başladı diyorlar. Bunu söyleyen sen değilsin Küçük Adam. Onlar söylüyor bunu, büyük ulusların Başbakanları, koltuklanmış işçi liderleri, burjuva ailelerinin tövbekar evlatları, devlet adamları söylüyor, filozoflar söylüyor sana bunu. Geleceğini eline veriyor, geçmişinden hiç sual etmiyorlar.
Korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen Küçük Adam. Mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. Bunu sana söyleyen, benim; beni dinle.

Her doktor, her ayakkabıcı, teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamını kazanmak için, eksiklerini bilmek zorundadır. Birkaç on yıldır, şu yeryüzünde yönetici rolünü oynamaya başlamış bulunuyorsun. İnsanlığın geleceği, senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. Ama öğretmenlerin ve efendilerin, aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok. yalnız bir anlamda "özgürlüğe sahip"sin sen: kendi yaşamını yönetmeyi öğrenmeme, kendini bu yönde eğitmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.

Şöyle bir yakınmayı hiç duymadın senin ağzından: "Gelecekte kendimin ve dünyamın efendisi olmak yolunda yürütüyorsunuz beni, peki ama, insanın nasıl kendi kendisinin efendisi olacağını anlatmıyorsunuz hiç, düşünce ve davranışlarımdaki yanlışları bana söylemiyorsunuz?"
Yönetimi elinde tutan kişilerin, "Küçük Adamı" yönetmelerine izin veriyorsun. Ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. İktidardaki adamlara, yönetimi elinde tutan güçlülere, ya da kötü niyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun. Her seferinde aldatıldığını anlıyorsun, ancak bunu anladığında, iş işten geçmiş oluyor.

Seni çok iyi anlıyorum. Çünkü seni binlerce kez çıplak gördüm; hem ruhsal, hem bedensel çıplaklığın içinde, maskesiz, etiketsiz, elinde bir partinin üyelik kartı bile olmaksızın bir "tanınmışlık" kılıfına bürünmemiş halinle gördüm seni. Yeni doğmuş bir bebek gibi, anadan doğma çıplak, don-gömlekle kalmış bir mareşal kadar çıplak halini gördüm. Benim karşımda hiç yakınmadın, ağlamadın, özlemlerini hiç dile getirmedin, sevgini ve acılarını bir kez olsun açmadın bana. Seni iyi tanıyorum ve anlıyorum. Sana nasıl olduğunu anlatacağım Küçük Adam, çünkü büyük bir geleceğin olduğuna içtenlikle inanıyorum. Gelecek, senindir, buna hiç kuşku yoktur. Öyleyse gel, herşeyden önce kendine bak bir. Gerçekte olduğu gibi gör kendini. Führer'lerinin ve seni temsil eden "vekil"lerinin sana utanmadan söylediği şu sözlere aldırma:
Sen, "küçük, sıradan bir insan"sın. Bu sözcüklerin çifte anlamını kavrıyorsun, değil mi: "küçük" ve "sıradan".

Kaçma. Kendine bakma yürekliliğini göster!
"Bana bunları söylemeye ne hakkın var?" Kuşkulu ve kavrayışlı bakışlarında bu soruyu okuyorum. Münasebetsiz ağzından bu sözcüklerin döküldüğünü duyuyorum, Küçük Adam. Kendine bakmaktan korkuyorsun, Küçük Adam; sana vereceklerini vaat ettikleri yetkiden korktuğun gibi korkuyorsun. Bu yetkiyi nasıl kullanacağını bilemezsin. Başka bir biçimde yaşayabileceğini düşünmeye cesaret edemiyorsun: Koyun gibi güdülmek yerine özgür yaşamak, taktikler uygulamak yerine açık davranmak, bir hırsız gibi gecenin karanlığında sevmek yerine açık açık sevebilme düşüncelerine yer vermiyorsun kafanda. Kendini küçümsüyorsun, Küçük Adam. "Ben kim oluyorum da kendi görüşüm olacakmış, kendi yaşamımı kendim saptayacak ve dünyanın benim olduğunu açıklayacakmışım," diyorsun. Haklısın: Sen kim oluyorsun da kendi yaşamın üzerinde hak sahibi olmak isteyeceksin? Kim olduğunu şimdi söyleyeceğim sana:
Gerçekten büyük olan insandan seni ayıran tek bir nokta var: Büyük adam da bir zamanlar çok küçük bir adamdı; ama bir tek önemli yetenek geliştirdi: düşünce ve davranışlarında küçük olduğu noktaları görmeyi öğrendi. Kendisi için çok değerli olan bazı şeyleri yitirmeyi göze alarak kendi küçüklüğünün ve önemsizliğinin taşıdığı tehlikeyi giderek daha iyi sezmeyi öğrendi. Demek ki, büyük adam, ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu bilir. Küçük Adam, küçük olduğunu bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter. Büyük generalleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde var olan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez.

(...)

Seni tutsak yapanın kim olduğunu ortaya çıkardım: KENDİ ELİNLE PRANGAYI KENDİNE VURUYORSUN. Kendi tutsaklığının tek ve biricik sorumlusu, yine sensin. Sen ve başka hiç kimse değil!

Ben sana ne diyorum: Senin tek kurtarıcın, yine sen kendin!

Burada duruyorum.. Dürüstülüğün ve gerçekliğin bir savaşçısı olduğumu ileri sürüyorum. Ama buyrun, seninle ilgili gerçekliği söylemey hazırlandığım an, hemen duraksıyorum, çünkü senden ve senin gerçek karşısındaki tutumundan korkuyorum.

(...)

Aklım bana şunu söylüyor: "Her ne pahasına olursa olsun hakikati söyle." İçimdeki Küçük Adamsa şöyle diyor: "Küçük Adama gerçek yüzünü göstermek, ona açılmak ve acımasına başvurmak aptallıktır. Küçük Adam kendisiyle ilgili hakikati duymak istemiyor ki?, O, bir Küçük Adam olarak kalmak, ya da küçük bir büyük adam olmak istiyor. zengin olmak ya da bir parti lideri, bir bölük kumandanı ya da kötülükleri ortadan kaldırma derneğinin sekreteri olmak istiyor Küçük Adam. İşinin sorumluluklarını yerine getirmek, yiyecek sağlamak, konut yapımı, trafik, eğitim, araştırma, yönetim ya da herhangi bir başka alanda üstüne düşen sorumluluğu üstlenmek istemiyor."

(...)

Çok uzun bir süredir seninle yakın bir ilişki içindeyim, çünkü senin yaşamını kendi deneylerimden biliyorum ve çünkü, sana yardım etmek istiyorum. Seninle olan ilişkimi sürdürdüm, çünkü sana gerçekten yardım edebildiğimi ve genellikle gözlerin yaşararak benden yardım istediğini gördüm. Ve yavaş, yavaş benim yardımımı almaya hazır, ama verdiklerimi savunma yetisinden yoksun olduğunu gördüm. Ben, senin yerine savundum onu, senin adına savaştım.

(...)

Bendeki kendini, ve kendindeki beni keşfedebilir, sonra da korkup benim içimdeki kendini öldürebilirdin. Bu nedenle senin, herhangi biri ya da herkesin kölesi olma özgürlüğün uğruna ölme gönüllülüğünden vazgeçtim.
Bu söylediğimi anlayamayacağını biliyorum: "Herhangi bir kimsenin kölesi olma özgürlüğü" öyle kolay anlaşılır bir şey değil.

Artık tek bir efendinin kölesi olmaktan kurtulmak, herhangi bir kimsenin kölesi olmak için, insan önce bu tek bir sömürüyü, diyelim, Çar'ı ortadan kaldırmak zorundadır. İnsanda özgürlük emelleri ve devrimci itilimler yoksa, böyle bir siyasal cinayet işleyemez. Bu durumda kişi, hakikaten büyük bir adamın, diyelim İsa, Marks, Lincoln ya da Lenin'in önderliğinde bir devrimci özgürlük partisi kurar. Hakikaten büyük olan adam, senin özgürlüğünü son derece ciddiye alır. İşlerini kolaylaştırmak için çevresinde küçük adamlar, yardımcılar getir-götürcüler toplamak zorundadır, çünkü bu büyük işi tek başına yürütemez. Üstelik, çevresine küçük büyük adamlar toplamasa, sen onu anlamaz, bir kenara iter, adam yerine koymazsın. Bir sürü küçük büyük adamla çevrilmiş olarak, senin adına güçler ve yetkiler ele geçirir, ya da bir parça hakikat, ya da yeni, daha iyi bir inanç bulur sana. Sayfalar dolusu söylevler yazar, özgürlük yasaları, vb. şeyler yazar; kendisini ayakta tutacak olan senin yardımın ve ciddiliğindir. İçinde bulunduğun toplumsal bataklıktan çıkarır seni. Birçok küçük büyük adamı birarada tutabilmek, senin güvenini yitirmemek için hakikaten büyük olan bir adam, derin bir aydın yalnızlığı içinde, senden ve gürültü patırtıdan uzak ama aynı zamanda senin yaşamınla yakın bir ilişki içinde elde edebildiği büyüklüğünden hergün bir parça vermek, özveride bulunmak zorundadır. Sana öncülük edebilmek için, senin onu erişilmez bir tanrıya dönüştürmene gözyummak zorundadır. Olduğu gibi sade bir insan olarak kalsa, diyelim, elinde evlenme cüzdanı olmadığı halde bir kadını sevebilen bir adam olsa, ona güvenmezsin çünkü; onu olağandışı bir insan olarak görmek istersin. Böylece, sen kendi ellerinle, yeni efendini ortaya çıkarmış olursun. Kendisine yeni efendi rolü verilmiş olan büyük adam büyüklüğünü yitirir, çünkü bu büyüklük, onun sözünü sakınmazlığından, sadeliğinden, yürekliliğinden ve yaşamla arasındaki gerçek ilişkiden gelmekteydi. Büyüklüklerini büyük adamdan sağlamış olan küçük büyük adamlar, maliye, dış-işleri, hükümet, bilim ve sanat alanlarında büyük görevlere atanırken sen olduğun yerde, yani bataklıkta kalırsın.

(...)

Eski ulusların küçük adamları, sendeki bu herhangi bir kimsenin kölesi olma itkisini büyük çabalarla inceledi ve böylece, insanın, kafasını birazcık kullanarak nasıl küçük bir büyük adam olabileceğini saptadı. Bu küçük büyük adamlar, saraylardan, malikanelerden değil, senin saflarından gelmektedirler. Onlar da senin gibi açlık ve acı çektiler. Efendi değiştirme süreçlerini kısalttı bu adamlar. Senin özgürlüğünü nasıl sağlayacağın yolunda yüzyıl kafa yormanın, senin mutluluğun için özveride bulunmanın, hattâ yaşamlarını feda etmenin, zahmete değmeyeceğini, bu bedelin, senin yeni köleliğini satın almak için çok yüksek olduğunu öğrendiler. Özgürlük elde etme yolunda çalışmalar yapan ve gerçekten büyük adamlar olan düşünürlerin yüzyıl içinde ortaya koydukları şeyler ve çektikleri acılar, beş yıldan az bir zaman içinde ortadan kaldırılabilirdi. Bunun üzerine, senin saflarından gelen küçük adamlar, bu süreci kısalttılar: Bunu açık açık ve daha büyük bir acımasızlık içinde yaptılar. Üstelik, sana bir yığın söz söyleyerek, senin ve yaşamının, ailenin ve çocuklarının birer hiç olduğunu anlatıyorlar; aptal, köleliğe elverişli ve başkalarının kullanacağı birer insan olduğunuzu söylüyorlar, insanın size dilediği işlemi uygulayacağını haykırıyorlar. Size kişisel özgürlük değil ulusal özgürlük vaat ediyorlar. Size özgüven değil, devlete saygı, kişisel büyüklük değil, ulusal büyüklük vaat ediyorlar. Sana göre "kişisel özgürlük" ve "kişisel büyüklük", soyut birer kavramdan başka bir şey değildir; "ulusal özgürlük" ve "devletin çıkarları" sözcükleriyse, bir kemiğin köpeğin ağzını sulandırdığı gibi seni zevkten dört köşe etmekte; bu yüzden hemen bu sözcüklere sarılıyorsun. Bu küçük adamlardan hiçbiri İsa'nın yaptığı gibi, Karl Marks ya da Lincoln'un yaptığı gibi gerçek özgürlüğün fiyatını ödemezler. Onlar seni sevmiyorlar, sen kendini horgördüğün için, horgörüyorlar seni, Küçük Adam. Bir Rockefeller ya da Torilerin tanıdığından çok daha iyi tanıyorlar seni. Senin en kötü yanlarını, en büyük zayıflıklarını, senin bilmen gerektiği gibi, ama senden çok daha iyi biliyorlar. Küçük büyük adamlar, seni bir simgeye feda ettiler, sense onları seni yönetecek yerlere getirip koydun. Efendileri, sen kendin getirdin bulundukları yere; bütün maskelerini indirmiş olmalarına karşın - ya da daha doğrusu maskelerini indirmeleri nedeniyle onları besleyen sensin. Yalan mı, sana kaçkez söylediler: "Hiçbir sorumluluğu olmayan önemsiz, aşağılık bir varlıksın sen, ve böyle kalacaksın," demediler mi? Sense onlara "Kurtarıcılar" diyorsun, "Yeni kurtarıcılar" ve bağırıyorsun: "Heil, Heil", "Viva, viva!"

İşte bu yüzden senden korkuyorum, Küçük Adam, çok korkuyorum. Çünkü insanlığın geleceği senin elinde. Senden korkuyorum, çünkü kendinden kaçtığın gibi dünyada hiçbir şeyden kaçmıyorsun. Evet, sen, kendinden kaçıyorsun Küçük Adam. Hastasın sen, çok hastasın Küçük Adam. Bu senin suçun değil. Ama paçanı bu hastalıktan kurtarmak senin görevin, senin sorumluluğun. Baskıya göz yummasaydın ve birkaç kez de etkin bir biçimde baskıyı desteklemeseydin seni ezenleri çoktan silkip atardın.

Kendi küçük adamlarını seni sömürenler haline getirdiğini anlamalısın artık; aç gözünü ve hakikaten büyük olan adamlarını kurban ettiğini gör; onları çarmıha gerdiğini, canlarını aldığını, açlıktan öldürdüğünü anla artık; onları bir an bile düşünmediğini, senin için çalıştıklarını aklından geçirmediğini kabul et; yaşamın boyunca yaptıklarını kime borçlu olduğun konusunda hiçbir fikrin yok, bunu anla artık.

(...)

"...Ben ne kızıl, ne kara, ne de beyazım. ben hristiyan, yahudi, müslüman, mormon, poligam, homoseksüel, anarşist ya da boksör de değilim.
Ben bir kadını/erkeği, onunla evli olduğumu kanıtlayan evlilik cüzdanına sahip olduğum ya da cinsel açlığımı doyurabilmek için değil, gerçekten sevip ona değer verdiğim için kucaklarım.
ben çocukları dövmem, balık tutmam, karaca ya da geyik avlamam. ama hedefi onikiden vururum.
Ben briç oynamam ve öğretilerimi yaygınlaştırmak için partiler vermem. eğer öğretim doğruysa zaten o kendiliğinden yaygınlaşacaktır.
eğer benden daha iyi hekim değilse, çalışmalarımı bir tıp yöneticisinin eline bırakmam. ve buluşlarıma kimin hükmedeceğine ya da etmeyeceğine ben karar veririm.
Ben yasal kurallara anlamlı oldukları sürece tam olarak uyarım ama aşılmışlarsa ya da anlamsızlarsa onlarla mücadele ederim. (hakime koşma hemen küçük adam, çünkü o da dürüst bir insansa aynı şeyi yapar.)
Ben çocukların ve gençlerin bedensel aşklarını yaşamalarını ve rahatsız edilmeden tadını çıkarmalarını isterim.
Ben insanların doğru dürüst dindar olmak için aşk yaşamlarını yıkacaklarına, bedenlerine ve ruhlarına zarar vereceklerine inanmıyorum.
Ben senin 'tanrı' olarak adlandırdığın şeyin gerçekten var olduğunu ama senin düşündüğünden farklı, senin içinde ve dışında, vücudundaki sevgi olarak, dürüstlüğün olarak ve doğayı hissetmen olarak bir kozmik temel enerji olduğunu biliyorum...

... sana şunu söyleyeyim küçük adam; içindeki en iyi şeylerin anlamını yitirdin. onu boğdun başkalarında, çocuklarında, karında, kocanda, babanda, annende, nerede gördüysen orada onu öldürdün. sen küçüksün ve küçük kalmak istiyorsun küçük adam..."
Senin "Tanrı" dediğin şeyin gerçekten var olduğunu biliyorum, ama senin düşündüğün gibi değil: Tanrıyı, evrendeki ilk acunsal enerji olarak, senin gövdendeki sevgi, yüreğindeki içtenlik olarak, içindeki ve çevrendeki doğayı benliğinde duyabilmek olarak görüyorum ben.

(...)

Kendime göre görüşlerim var benim, yalanla hakikati birbirinden ayırmasını bilirim; hakikati, günün her saatinde bir alet gibi kullanır, kullandıktan sonra da aynı bir alet gibi temizler, korurum.
Senden çok korkuyorum Küçük Adam. Eskinden böyle değildi, böyle korkmazdım önceleri. Milyonlarca Küçük Adam arasına karışmış bir Küçük Adamdım ben de çünkü. Sonra doğa bilimci ve bir tıp doktoru oldum, senin ne kadar ağır bir hasta olduğunu ve hastalıklı halinle ne kadar tehlikeli olduğunu görmeyi öğrendim. Bunun, senin kendi öz coşkusal hastalığın olduğunu, bir dışsal güçten kaynaklanmadığını biliyorum; herhangi bir dışsal baskı sözkonusu olmaksızın günün her saatinde ve de saatlerin her dakikasında bu hastalığın seni ezdiğini biliyorum. Özünde canlı ve sağlıklı olsaydın seni ezen şeyleri çoktan yenerdin. Seni ezenler, geçmişte nasıl toplumun üst katmanlarından geldiyse şimdi de senin öz saflarından gelmektedir. Onlar, senden bile küçüktür, Küçük Adam. Çünkü senin perişanlığını deneylerle öğrenmek, sonra da bu bilgiyi seni daha iyi, daha çok ezmek için kullanmak bir hayli küçüklük gerektirir.
Gerçekten büyük bir adamı algılayacak duyu organı yok sende. Büyük adamın nasıl olduğu, nasıl acı çektiği, ne özlemler duyduğu, öfkeden nasıl kudurduğu ve senin için yaptığı savaş, sana yabancı. Bu dünyada seni ezmek ya da sömürmek yetisinden yoksun, senin özgür olmanı gerçekten isteyen, içinde gerçek ve içtenlikli bir istek duyan kadınların ve erkeklerin de yaşadığını anlayamazsın. Bu kadın ve erkeklerden hoşlanmazsın, çünkü onlar sana yabancıdır. Onlar yalın ve dolaysız insanlardır; sana göre taktik neyse, onlara göre hakikat odur. Sana küçümsemeyle değil, insanların yazgısı karşısında duydukları acıyla bakarlar; bakar ve içini görürler. İçinin görüldüğünü sezer, bir tehlikenin geldiğini anlarsın. Sen ancak onlara şöyle sahip çıkarsın Küçük Adam: Öteki Küçük Adamlar, bu büyük adamların gerçekten büyük olduğunu sana söylediği zaman.

Büyük adamlardan korkarsın, onun yaşama olan yakınlığından, yaşama karşı duyduğu sevgiden korkarsın sen. Büyük adam seni, düpedüz yaşayan bir hayvan olarak, yaşayan bir canlı olarak sever. Binlerce yıl acı çektiğin yetmiyormuş gibi durmadan acı içinde kıvranmanı istemez. Binlerce yıl dırdır ettiğin yetmiyormuş gibi durmadan dırdır etmeni istemez. Seni bir yük hayvanı olarak istemez, çünkü yaşamı sevmektedir büyük adam, senin acılardan, alçaklık ve rezilliklerden arınmanı ister.

Gerçekten büyük olan adamları, seni küçümseyecek hale getiriyorsun, içinde bulunduğun durumun ve beş para etmezliğinin verdiği acıyla bir kenara çekiliyorlar, senden uzaklaşıyor ve en kötüsü, sana acımaya başlıyorlar. Sen Küçük Adam bir ruhbilimci, diyelim bir Lombroso olsaydın, büyük adama bir çeşit suçlu damgası vururdun; ya işlemek istediği suçu gerçekleştirememiş bir suçlu, ya da "psikozlu" derdin ona. Çünkü büyük adam sana benzemez; yaşamını amacı yığın yığın para biriktirmek, ya da kızlarını toplumsal konumu iyi birileriyle doğru dürüst evlendirmek, ya da bir siyasal göreve atanmak, adının başına bir yığın büyük sözcükler eklemek ya da Nobel Ödülü almak değildir. Bu nedenle, büyük adam sana benzemediğinden ona bir "dâhi" ya da "garip" dersin. Oysa o, bir dâhi olmadığını, yalnızca bir yaşayan canlı olduğunu söyleyecektir. Ona "toplumdışı", insandan kaçan biri gözüyle bakarsın, çünkü büyük adam, senin bomboş, gevezeliklerle dolu "parti"lerine gitmektense çalışma odasına kapanıp düşünceleriyle başbaşa kalmayı, ya da laboratuarına kapanıp çalışmayı yeğlemiştir. Parasını senin gibi hisse senedine yatırmayıp bilimsel araştırmalarına harcadığı için deli dersin ona. Sen, o karanlık ve dipsiz yozlaşmışlığın içinde, Küçük Adam, yalın, dolaysız bir insanı, "normalliğin" bir basamak aşağısında bulunan kendinle, "homo normalis"le kıyaslayarak "anormal" sayıyorsun. Onu kendi beş para etmez terazine koyuyorsun, senin normallik ölçülerine uymadığını görüyorsun. Sana karşı büyük bir sevgi besleyen, sana yardım etmeye hazır olan büyük adamı toplumsal yaşamdan çıkaranın kendin olduğunu göremiyorsun Küçük Adam. İster bir han odasında ister sarayda olsun yaşadığı yaşamı çekilmez kılan sensin.
Onu, onlarca yıl gücendirdikten, acı çektirdikten sonra bu duruma sokan kim? Sensin Küçük Adam. İster sorumsuzluğun ister dargörüşlülüğün nedeniyle olsun, ister yapay düşüncelerin, ister on yıllık bir toplumsal gelişme boyunca bile yaşayamayan "sarsılmaz aksiyomların" yüzünden olsun, onu bu hale koyan sensin. Yalnızca Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında geçen birkaç yıllık süre içinde doğru olduğuna ant içtiğin şeyleri düşün. Bunların kaç tanesinin yanlış olduğunu içtenlikle kabul ettin, kaç sözünü geri aldın? Hiçbirini, Küçük Adam. Gerçekten büyük olan bir adam, dikkatle, sakına sakına düşünür, ama önemli bir fikir elde etti mi de, uzun-vadeli düşünür. Kendi düşüncelerin önemsiz ve geçici olduğu halde, düşünceleri doğru ve uzun ömürlü olan büyük adamı bir parya yapan sensin, Küçük Adam. Onu parya yapmakla, içine o korkunç yalnızlık tohumunu dikmiş oluyorsun. Büyük işler üreten bir yalnızlık tohumu değil, senin tarafından yanlış anlaşılmaktan ve kötü işlem görmekten korkma tohumudur bu. Çünkü sen "halk", "kamuoyu" ve "toplumsal bilinç"sin. Bunların sana yüklediği dev sorumluluğun ne olduğunu içtenlikle, dürüst olarak düşündün mü hiç Küçük Adam?

(...)

Hayır, düşüncelerinin yanlış olup olmadığını sormadın kendine hiç. Bunu yapmak yerine, komşunun düşüncelerin üzerine ne söyleyeceğini, ya da dürüstlüğün sana çok paraya patlayıp patlamayacağını sordun. İşte Küçük Adam, sen kendine yalnızca bunu sordun, başka hiçbir şeyi değil, yalnızca bunu.

Böylece büyük adamı yalnızlığa ittikten sonra, ona yaptıklarını unuttun gitti. Kalktın, bir başka saçmalık yumurtladın, bir başka küçük bayağılık yaptın, bir başka derin yara açtın. Sen, unutursun Küçük Adam. Ama büyük adam doğası gereği unutmaz. Sanma ki, kin besler büyük adam, sanma ki, öç alır, yalnızca neden böylesine bayağı davranışlarda bulunduğunu anlamaya çalışır. Bu söylediklerim senin duygu ve düşüncelerine yabancıdır, biliyorum. Ama inan ki: Yüz kez, bin kez, milyon kez acı versen, -yaptığını bir an sonra unutsan da- kapanamayacak yaralar bile açsan, büyük adam, yaptığın yanlışlardan ötürü senin yerine acı çeker; bu yanlışların büyük olmasından değil, küçük ve değersiz olmalarından dolayı acı çeker. Seni bu gibi şeyleri yapmaya iten nedenleri bilmek ister.

(...)

Büyük Adam, senin hoşuna gitmek için, senin o beş para etmez dostluğunu kazanmak için, kendini senin düzeyine indirmek, senin gibi konuşmak zorundadır, Küçük Adam; senin özelliklerine bürünmek zorundadır. Ama senin özelliklerine sahip olsa, senin dilini kullansa, dostluğunu kazansa, artık büyük, hakiki ve sade olmayacaktır. Kanıt mı istersin: Senin dilediğin gibi konuşan dostların asla birer büyük adam olmadılar.

(...)

Senin bir dostunun büyük bir başarı sağlayacağını sanmaz, buna inanmazsın. Aslında içinden kendini küçük görüyorsun; hattâ -ya da özellikle- değerli, onurlu olduğunu gösteren şeylerle böbürlenirken bile küçük görüyorsun kendini; kendini küçük gördüğün içindir ki senin dostun olan birine saygı duyamazsın. Seninle aynı masaya oturan ya da seninle aynı evde yaşayan birinin herhangi bir büyük iş başaracağına inanamazsın. Senin yakın çevrende, Küçük Adam, düşünmek çok güçtür. İnsan ancak sana değğin düşünür, seninle birlikte değil. Çünkü büyük düşünceleri, geniş kapsamlı düşünceleri gırtlaklarsın sen. Dünyasını keşfetmekte olan çocuğuna bir ana olarak şunu söylersin: "O çocuklara göre bir şey değil." Bir biyoloji profesörü olarak şunu söylersin: "Aklı başında bir öğrenciye yakışır mı bu, havadaki mikropların varlığına inanmamak olur mu?" Ve bir öğretmen olarak, "Çocuklara gözle bakılır ama söylediklerine kulak verilmez," dersin. Bir kadın-eş olarak şöyle dersin: "Hıh! Bulguymuş! Bıktım senin bulgularından! Herkes gibi gidip bir yerde çalışsan da doğru dürüst para kazansan olmaz mı!"Kendi görüşünü böylece dile getirmekten sakınmazsın, kocana inanmazsın, ama gazetelerde yazanlara, anlasan da anlamasan da olduğu gibi inanırsın.

(...)

Yaşamdan mutluluk istiyorsun, ama güvenlik çok daha önemli sana göre. Güvenliğin uğruna belini kırmaya, canını vermeye hazırsındır. Mutluluk yaratmayı, onun tadını çıkarmayı ve korumayı hiçbir zaman öğrenmemiş olduğundan, başı dik bir bireyin yürekliliği nedir, bilemezsin.

(...)

Bir büyük adam, senin iktisadî kurtuluşunu bilimsel temeller üzerine oturtmayı kendine görev edindi; sen, onu ölüm açlığına bıraktın. Böylece karşına çıkan ilk hakikat yolunu tıkayarak yaşamın yasalarından koptun, başka yola saptın. Bu hakikat yolunu gösterenin ilk girişimi başarılı oldu, sen, kalkıp onun yönetimini devraldın ve böylece onu ikinci kez öldürdün. İlkin, büyük adam senin örgütünü dağıttı. İkincisindeyse hakikat yolunu gösteren büyük adam artık ölmüştü, bu yüzden sana karşı koyacak durumda değildi. Bu adam, değerler yaratan yaşama gücünün senin çalışmanda bulunduğunu gözler önüne serdi; ama senin gözün, bunu göremedi. Onun toplumbilimi senin toplumunu, senin devletinden korumak amacını güdüyordu; sen bunu da anlamadın. Hiç ama hiçbir şey anlamadın sen!

Senin o sözünü ettiğin "iktisadî etkenler"inle bile bir şey beceremiyorsun. Yaşamdan zevk almak için iktisadî koşulları iyileştirmen gerektiğini sana anlatabilmek için büyük, bilge bir insan canla başla çalıştı, bu yolda canını verdi. Karnı aç bireylerdin kültürü geliştiremeyeceğini anlatmaya çabaladı o; ayrıksız bütün yaşam koşullarının iktisadî duruma bağlı olduğunu, kendini ve toplumunu her türlü baskı yönetimlerinden bağımsız kılman, kurtarman gerektiğini anlattı sana. Evet, bu büyük adam, seni aydınlatmaya çabalarken yalnızca birtek yanlış yaptı: senin, kendini kurtarma yeteneğine sahip olduğuna inandı. Özgürlüğünü, bir kez ele geçirdikten sonra bırakmayacağına, onu koruyabileceğine inandı. Bir yanlış daha yaptı bu adam: Senin, yani proleterin, "diktatör" olmasına izin verdi.

Bu büyük adamın sunduğu engin bilgi ve fikir hazinesini sen nasıl kullandın peki, Küçük Adam? Bütün söylenenlerden yalnızca tek bir sözcük kaldı kulaklarında: diktatörlük! O büyük zekânın ve koca sıcak yüreğin önüne boca ettiği şeylerden tek bir sözcük kaldı ortada: diktatörlük. Geri kalan herşeyi denize döktün, özgürlük denen şey gitti, açıklık ve hakikat, iktisadî kölelik sorunlarının çözülmesi, ileriyi görme yöntemleri... herşey, ama herşey alaşağı edildi. Yerinde olmakla birlikte istenmeyerek seçilmiş tek bir sözcük kaldı elinde: diktatörlük!
Büyük adamın bu küçük ihmalinden dev bir yalanlar dizgesi oluşturdun. Yalanlardan, suçlamalardan, işkencelerden, copçulardan, cellatlardan, gizli polislerden, ispiyonculuk ve ihbarcılıktan, üniformalardan, mareşallardan ve madalyalardan oluşan bir yalanlar düzeni kurdun - bunların dışındaki herşeyi fırlatıp attın. Şimdi, nasıl olduğunu biraz daha anlamaya başlıyor musun, Küçük Adam?

Kendi mutluluğunu yiyip bitiren sensin. Tam bir özgürlük içinde mutluluğun tadını çıkardığın olmadı hiç. Bu yüzden büyük bir oburluk içinde kendi mutluluğunu yiyorsun ve mutluluk sağlama onu koruma sorumluluğunu hiç üstlenmiyorsun. Mutluluğunu korumayı, onu, bir bahçıvanın çiçeklerini, bir çiftçinin ürünlerini yetiştirdiği, onlara gereken besini verdiği gibi beslemeyi öğrenmekten yoksun bıraktılar seni. Büyük araştırmacılar, ozan ve bilgeler kendi mutluluklarını korumak için senden kaçtılar. Senin çevrende, senin yörende mutluluğu yiyip bitirmek kolay ama onu korumak çok güçtür Küçük Adam.

(...)

Neden söz ettiğimi bilmiyorsun, değil mi Küçük Adam? Bak dinle: Bir araştırmacı kendi bilim dalı ya da makinası ya da toplumsal fikri üzerinde on yıl, yirmi yıl ya da otuz yıl, hiç durmadan çalışır. Yeni bulguların ağır yükünü tek başına taşımak zorundadır. Senin aptallıklarının, yanlışlarla dolu küçük fikir ve ideallerinin doğurduğu sonuçlara katlanmak, bu yanlışları anlayıp çözümlemek ve sonunda, onların yerine kendi vargı ve bulgularını koymak zorundadır. O bunları yaparken sen ona hiç yardımcı olmazsın Küçük Adam. Hiç, ama hiç işini kolaylaştırmaz, tersine güçleştirirsin. Örneğin şunları söyleyemezsin: "Bak dostum durumları düzeltmek için ne kadar çok çalıştığını görüyorum. Benim makinam, benim çocuğum, benim karım, benim dostum, benim evim, benim tarlalarım konusunda çalıştığını da anlıyorum. Uzun yıllardır şundan bundan yakınıyorum, ama bu dertlerden kurtulmayı başaramadım. Bana yardımcı olmana bir katkıda bulunabilir miyim?" Hayır, Küçük Adam, yardımcına yardım etmeye kalkmadın hiçbir zaman. İskambil oynarsın sen ancak, ya da bir horoz dövüşünde avazın çıktığınca bağırırsın, yada bir büro ya da maden ocağında aptal aptal köleliğini sürdürürsün. Ama yardımcına yardıma koşmazsın hiçbir zaman. Neden biliyor musun? Çünkü, herşeyden önce, bir araştırmacının sana düşüncelerinden başka verecek hiçbir şeyi yoktur. Kâr dağıtmaz, ücret yükseltmez, toplu sözleşme yapmaz, yılbaşı ikramiyesi vermez ve bir elin yağda bir elin balda yaşamanı sağlayamaz. Yalnızca kaygı verebilir bir araştırmacı, sense kaygı istemiyorsun, yeterinden çok kaygı ve tasa duyuyorsun çünkü.
Ne var ki yalnızca uzak durmakla, yardım elini uzatmamak ya da yardım etmemekle kalsan, araştırmacı senin bu tavrından dolayı mutsuz olmayacaktır. Ne de olsa o senin için düşünüyor, tasalanıyor ve araştırmalarını "senin için" yapıyor değildir. Onun yaşamsal işlevleri onu bunu yapmaya ittiği için bu yolda çalışmaktadır. Senin için tasalanmayı ve sana acımayı parti önderlerine ve din adamlarına bırakmıştır. Onun istediği tek şey, senin sonunda kendi kendine bakabilme, kendini düşünebilme, kendin için tasalanma yetisini geliştirdiğini görmektir.

(...)

Sana göre meslek onuru ya da bankadaki hesabın ya da radyum sanayisi ile olan ilişkin, hakikatten ve öğrenmekten çok daha önemlidir. İşte bu yüzden çok küçük ve sefilsin, Küçük Adam.

Yani demek istiyorum ki, yardım etmemekle kalmıyorsun, senin adına ya da senin yerine yapılan işi çirkince bozuyorsun. Şimdi anlıyor musun, mutluluk neden senden kaçıyor? Mutluluk, uğrunda çalışılmasını gerektirir; mutluluk gökten yağmaz, kazanılır. Oysa sen mutluluğu yalnızca yalayıp yutmak istiyorsun; bu yüzden senden kaçıyor o da; senin kendisini kemirmeni, yutmanı istemiyor.

(...)

İşte sen böylesin, Küçük Adam. Kaşık atmayı, kepçe daldırmayı iyi beceriyorsun ama yaratma yetisinden yoksun. Zaten bu yüzden böylesin, bu yüzdendir ki, yaşamın boyunca sıkıcı bir büroya ya da bir resim masasının başına kapanıyorsun, sırtına deli gömleği geçirir gibi parmağına evlilik yüzüğünü geçiriyorsun. Ve bu yüzdendir ki çocuklardan nefret eden bir öğretmensin. Gelişme yok sende, yeni bir düşünce geliştirmene olanak yok çünkü sen yalnızca aldın bugüne dek, bir başkasının gümüş tepside sunduğu şeyi kaşıkladın yalnızca.

Bunun neden böyle olduğunu anlayamıyorum diyorsun öyle mi? Ama başka türlü olamaz ki? Bunun nedenini ben söyleyebilirim sana, Küçük Adam, çünkü sen, bir hayvan gibi huşsu bir halde bana geldiğinde tanıdım seni; seni o halinle gördüm. Büyük bir boşluk ya da güçsüzlük duyduğum, ya da ruhsal-akılsal sağlığının en bozuk olduğu anda geldin bana. Böylece, seni tanıdım. Sen yalnızca çorbaya kepçe daldırmasını bilirsin, yalnız almasını bilirsin sen. Bir şey yaratamaz, veremezsin. Çünkü temel bedensel davranışın sürekli olarak kendini tutmanı ve kin gütmeni gerektiriyor; çünkü içinde gerek ve doğal sevgi ve verme duygusu uyandığında birden paniğe kapılıyorsun. Sendeki alma eyleminin temelde yalnızca bir anlamı var: Kendini büyük bir oburluk içinde parayla, mutlulukla, bilgiyle doldurmak istiyorsun, çünkü kendini boş, aç, mutsuz hissediyorsun Küçük Adam: İçinde bulunan sevgi, tepkisini salıverir diye kaçıyorsun ondan. Hakikat, kaçınılmaz olarak, burada sana benim göstermek istediğim, anlatmakta yetersiz kaldığım şeyleri gösterecektir çünkü. Sense bunu istemiyorsun Küçük Adam. Yalnızca bir tüketici ve yurtsever olmak istiyorsun, o kadar.

(...)

Sevgiye hasretsin, işini seviyor ve emek paranı ondan kazanıyorsun; senin işin, benim bilgimle, ve başkalarının bilgisiyle beslenmektedir. Sevgi, çalışma ve bilginin anayurdu yoktur, gümrük denetiminden geçmez bunlar, üniforma tanımaz. Onlar evrenseldir ve bütün insanlığı kapsar. Ne var ki, sen küçük bir yurtsever olmak istiyorsun, hakiki sevgiden korkuyorsun çünkü, işine karşı olan sorumluluğundan, bilgiden korkuyorsun. Bu yüzdendir ki sen yalnızca başkalarının sevgi, çalışma ve bilgisini sömürmekten başka bir şey yapamazsın, bunları kendin asla yaratamazsın. Bu yüzdendir ki, kendi mutluluğunu aydınlıktan ürken bir gece hırsızı gibi çalıyorsun; ve bu yüzdendir ki, başkalarının mutlu olduğunu gördüğünde kıskançlıktan çatlarsın.

(...)

Geleceğinden kaygı duyduğum için, mutsuzluğunun nedenini anlamayı ve bunu ortadan kaldırmayı öğrenmeni sağlayabilecek örgütler kurdum. Sen ve dostların, bu toplantılara oluk oluk akın ettiniz. Bunun sebebi neydi acaba Küçük Adam? Başlangıçta bunun içtenlikli bir davranış olduğunu sandım, yaşantını iyileştirmek için büyük bir istek duyduğunu, toplantılara bu yüzden geldiğini sandım. Seni harekete geçiren dürtünün ne olduğunu ancak bir hayli zaman sonra anladım. Buranın değişik türden yeni bir genelev olduğunu sandın, kendine kolay yoldan bir kız bulacağını, üstelik beş para bile vermeden gününü gün edeceğini umdun. Bunu anlayınca aslında senin yaşantını iyileştirmene yardımcı olmak için kurulmuş olan bu örgütleri dağıttım. Böyle bir örgütün toplantısında bir kızla tanışmakta bir kötülük gördüğümden değil, bu örgütlere böylesi iğrenç düşüncelerle yaklaştığın için dağıttım hepsini. İşte bu yüzden kalktı bu örgütler ve sen, bir kez daha bataklığın içindeki yerini korudun... Ne o, bir şey mi dedin?

(...)

Bir kartal, tavuk yumurtaları üzerine kuluçkaya yatsa ne olur, biliyor musun Küçük Adam? Başlangıçta kartal yumurtalardan kartal yavruları çıkacağını, bunları büyütüp büyük kartallar yetiştireceğini sanır. Bir bakar ki, yumurtalardan civciv çıkıyor. Çaresizlik içinde bulunan kartal, civcivlerin büyüyüp kartal olacağını umar gene de. Bir kez daha kuluçkaya yatar, sonuç aynı. Kartal bu durumda, gıdaklayan tavuklarla civcivleri yeme itkisini bastırmak için çok uğraşmıştır. Onu yemekten alıkoyan tek şey küçük bir umuttur. Yani bu civcivlerden birinin, bir gün küçük bir kartal olabileceği, büyüyüp kendisi gibi yetenekli, kendisi gibi çook yükseklerdeki yuvasından bakıp uzakları görebilecek, böylece yeni dünyalar, yeni düşünceler ve yeni yaşama biçimleri bulunduğunu anlayıp bunları arayabilecek büyük bir kartal olabileceği umudu. Üzgün ve yalnız kartalı yumurtalardan çıkan tavuk ve civcivleri yemekten alıkoyan şey yalnızca bu küçücük umuttur. Tavuklara ve yavrulara gelince, onlar bir kartalın kuluçkaya yatması sonucu dünyaya geldiklerinden habersizdirler. Nemli, karanlık vadilerde çook çok yükseklerde sarp kayaların üzerinde yaşadıklarından habersizdirler. Tek başına kalmış kartal gibi uzaklara bakmazlar. Kartalın kendilerine getirdiği yiyecekleri tıkınıp durmaktadırlar boyuna, durmadan gagalamakta, karınlarını doyurmaktadırlar. Yağmur yağdığı ya da fırtına koptuğunda onun güçlü kanatları altında ısınmakta, korunmaktadırlar. Kartalsa kendi gövdesini fırtınaya siper etmekte, herhangi bir korumadan yoksun bulunmaktadır.

Daha da kötüsü, bu tavuklar ona tuzaklar kurmakta, siperler ardına gizlenerek ona ucu sivri kaya parçaları, taşlar atmaktadırlar. Onların kendisine kötülük yaptığını anlayan kartal ilkin bu tavukları parçalama isteği duyar. Ama düşünür, onlara acımaya başlar. Belki, diye umar, gün gelir, bu yalnız önünü gören ve gıdaklamaktan, yalayıp yutmaktan başka bir şey bilmeyen civcivler arasında kendisi gibi olma yetisine sahip bir kartal çıkar.
Yalnız kartal, bugün bile umudunu yitirmiş değildir. Bu yüzden kuluçkaya yatmayı, civcivler çıkarmayı sürdürmektedir.

Sen bir kartal olmak istemiyorsun, Küçük Adam, bu yüzden de akbabalara yem oluyorsun. Kartallardan korkuyorsun, bu yüzden sürüler halinde yaşıyor, senden kalabalık olan sürüler tarafından da yutuluyorsun. Çünkü senin tavuklarından bazıları da akbaba yumurtaları üzerine kuluçkaya yattı. Ve akbabalar, kartallara, seni daha ileriye daha iyi geleceklere götürmek isteyen kartallara karşı olan Führerler haline geldi. Akbabalar sana leş yemeyi ve birkaç buğday tanesiyle yetinmeyi öğretti. Sana bir de "Heil, Heil, Büyük Akbaba!" diye haykırmayı öğrettiler. Şimdi büyük kitleler halinde açlıktan kıvranıyor ve ölüyorsun, ama gene de senin yumurtalarına kuluçka yatan kartallardan korkuyorsun.

Düşünürken de korkak davranıyorsun, Küçük Adam, çünkü gerçek düşünme eylemi, bedensel duygularla birarada gerçekleşir, sense bedeninden korkarsın. Pek çok büyük adam söyledi sana: "Aslına dön -içinden gelen sesi dinle- hakiki duygularının buyruğuna uy- sevgiyi yeşert, sev." Ama onların sözlerine kulak tıkadın, sağırdın sen, çünkü kulakların bu sözlerden sağır olmuştu. Söylenenler uçsuz bucaksız çöllerde yitti; hakikati söyleyen yalnızların sesiyse, senin korkunç boşluğun içinde, senin çöllerinde yokoluyor Küçük Adam.

(...)

Marks'ın, nesnelerin değerini üreten tek şey olan sendeki yaşayan işgücünün üretkenliğini sağlama fikri ile devlet fikri arasında bir seçme yapmak durumunda kaldın; kendi içindeki "yaşayan şey"i tümüyle bir kenara atarak devlet fikrini seçtin.
Acımasız Engizisyonla Galileo'nun hakikati arasında seçme yaptın. Bulgularından yararlanmakta olduğun büyük Galileo'yu, onur kırıcı sözler söylemeye zorlayarak işkence içinde öldürdün. Şu yirminci yüzyılda, Engizisyon yöntemlerini bir kez daha dirilttin.

(...)

Yüzyıllar boyunca yolunu sapıtacaksın, sonunda sen ve senin gibiler, genel bir toplumsal sefalet sonucu kitle halinde öleceksiniz, sonunda, ilk kez kendi içine baktığında, varlığının korkunçluğu ve çirkinliği, ince, zayıf bir kıvılcım halinde belirecek. Bu senin içinde yaşanan ilk kıvılcım olacak. Sonra, yavaş yavaş, giderek ve karanlıkta el yordamıyla yolunu bulan biri gibi, dostunu - yaşamın sevgi, çalışma ve bilgi üzerine kurulduğuna inanan adamı aramayı öğreneceksin, onu anlamayı ve ona saygı duymayı öğreneceksin. Bundan sonra yaşamın için kitaplığın boks maçından daha önemli olduğunu anlamaya başlayacaksın; ormanda düşüne düşüne yürümenin, sokaklarda tören yürüyüşü yapmaktan daha önemli olduğunu, iyileştirmenin öldürmeden, sağlıklı bir özgüvenin, ulusal bilinçlilikten daha önemli olduğunu ve alçakgönüllülüğün, yurtsever ya da daha başka naralardan daha iyi olduğunu anlamaya başlayacaksın.

Belli bir ereğe varmak için her türlü aracın, aşağılık ve alçaklıkların, çirkin yöntemlerin bile geçerli olduğunu sanıyorsun. Yanılıyorsun: Amaç, ona varmak için yürüdüğün yoldadır. Bugün attığın her adım, senin yarın ki yaşamındır. Hiçbir büyük ereğe, kötü ve aşağılık yöntemlerle varılmaz. Yaptığın her toplumsal devrim bunun doğruluğunu gösterdi. Ereğe giden yolun kötülüğü, iğrençliği ya da insanlıktan uzak oluşu, seni de kötü ya da insanlık-dışı yapmakta, ereğe varmanı da olanaksız kılmaktadır.

(...)

Kapitalist çağın getirdiği sömürüler karşısında kolları sıvayıp bu sömürüye son vermek, insan yaşamının horgörülmesini, insanın aşağılanmasını önlemek ve haklarını savunmak için kavgaya durdun. Yüzyıl önce sömürü vardı evet, insan yaşamına değer verilmez, insanlar horgörülürdü; iyilikbilmezlik vardı evet, ama aynı zamanda, elde edilen büyük başarılara saygı gösterilir, büyük şeyler veren, büyük şeyler ortaya koyan kimseye sahip çıkılır, büyük yetenekler kabul edilirdi. Savaşa durdun da ne oldu, Küçük Adam?

Kendi küçük Führer'lerini nerede başa getirdinse, orada senin gücün otuz yıl öncekinden daha ağır biçimde sömürüldü, kendi yaşamını daha da acımasızca horgörmeye başladın, haklarınsa hiç mi hiç tanınmıyor. Kendi Führer'lerini iş başına getirmeye hâlâ çabaladığın durumlarda, başarıya saygı denen şey tümüyle ortadan kalktı, bunun yerine, büyük dostlarının yaptığı yorucu çalışmaların meyvalarını çalma olgusu baş gösterdi. Bir yeteneğin tanınması ne demek bilmezsin sen, çünkü bu gibi şeylere saygı göstermen, onları tanıman halinde, artık özgür bir Amerikalı, ya da Rus ya da Çinli olamayacağını sanıyorsun. Ortadan kaldırmak amacıyla uğrunda kavgaya durduğun şey, her zamankinden daha hırslı bir biçimde yeşermekte; buna karşılık, kendi öz yaşamın gibi korumak ve savunmak durumunda olduğun şeyi ortadan kaldırdın. Bağlılığı "duygusallık" ya da "küçük-burjuva alışkanlığı" olarak nitelendiriyorsun; başarılara karşı saygılı olmayıysa kölece bir el-etek öpme sayıyorsun. Saygısızlık göstermen gereken yerde nankörlük ettiğinden haberin bile yok. Tepetaklak duruyorsun, böyle durmakta, özgürlük türküsünün eşliğinde dans ettiğini sanıyorsun. Gördüğün bu karabasandan uyanacaksın Küçük Adam, ve göreceksin ki, yatağından yuvarlanmış, çaresizlik içinde yerde yatmaktasın. Çünkü sana bir şey verenden çalıyor, seni soyana bir şeyler veriyorsun. Konuşma ve eleştirme özgürlüğüyle sorumsuz gevezelik ve adî şakaları birbirine karıştırıyorsun. Eleştirmeye her an hazırsın, ama eleştirilmek istemiyorsun ve bu nedenle de başkalarından kopuyorsun. Başkasına saldırmaya bayılıyorsun, ama saldırı karşısında kalmaya dayanamazsın. Bu yüzdendir ki, her zaman gizli bir siperden saldırıyorsun.

(...)

Kes sesini Sevgili Küçük Adam. Yaşamın çok sefil, çok perişan, sesini çıkaracak halin yok. Seni kurtarmak istiyor değilim, ama sırtında beyaz bir gecelik, suratında maske, acımasız kanlı elinde bir iple beni asmaya bile gelsen, sana söyleyeceklerimi, bu konuşmamı tamamlayacağım. Kendi boynunu ipe dolamadan beni asamazsın sen Küçük Adam. Çünkü ben, senin yaşamını, dünyayı içinde duymanı, senin insanlığını, sevgini ve yaşama sevincini temsil ediyorum. Yok, hayır, beni öldüremezsin, Küçük Adam. Bir zamanlar sana gereğinden çok inanıyordum ya hani, o vakit senden korkuyordum da. Şimdi seni aştım ama; binlerce yılın bakış açısından görebiliyorum seni, binlerce yıl geçmişten ve binlerce yıl gelecekten bakıyorum sana. Kendinden-korkma duygundan kurtulmanı istiyorum. Daha mutlu ve daha insana yaraşır bir yaşam sürmeni istiyorum.

(...)

Kendi kendinin efendisi olabilmen için, kendini ve değersizliğini yüzyıllar boyunca çeke çeke sürüklemen gerekecek. Senin geleceğine daha iyi hizmet edebilmek için kendimi senden ayırıyorum. Çünkü uzağında olursam, beni öldüremezsin, ve uzağında olursam benim çalışmalarıma daha çok saygı gösterirsin. Sana yakın olan şeyi aşağılıyorsun. General ya da Mareşallerine saygı gösterebilmek için, aşağılık biri olmasına karşın, onu bir kaide üzerine, yerden yükseğe koyuyorsun. Dünya tarihini yazmaya başlayalı beri, büyük adamların senden uzak durmasının nedeni budur.

(...)

Dediğim gibi, seni bırakıyorum. Bunu yapabilmek, yıllarımı aldı, sayısız uykusuz ve acılı gece yaşadım. Senin tüm proleterlerin Führeri olacak nitelikteki adamların böylesine karmaşık değillerdir. Bugün Führerlerin olanlar, yarın, para için, beş para etmez gazetelere yazı yazarlar. Gömlek değiştirir gibi karar değiştirirler. Ben böyle değilim. Senin geleceğini düşünmeyi sürdüreceğim eskisi gibi. Ama sen, kendine yakın olan birine saygı gösterme yetisinden yoksun olduğundan aramıza belli bir uzaklık koydum. Senin torunlarının torunları benim çalışmalarımın mirasçısı olacak.

(...)

Ben, umudumu yitirmedim, yenilik duygusuna kapılmadım, çünkü bu arada, senin hastalığını daha iyi ve derinlemesine anlamayı öğrenmiş bulunuyordum. Şimdi, daha doğru düşünmene ve o zaman yaptığından daha doğru davranmana olanak bulunmadığını çok iyi anlıyorum. Kendi içindeki "yaşayan şey"den ölesiye korktuğunu öğrendim çünkü; bu korku senin, her seferinde bir işe doğru başlamana ve onu yanlış sonuçlandırmana neden oluyor. Bilginin umut'a yol açtığını anlamıyorsun. Umudu yalnızca kendi içine pompalıyorsun, içinden dışarıya değil. Bu yüzden de, kendi dünyan tümüyle yıkıldığı içindir ki, bana "iyimser" diyorsun, Küçük Adam. Evet, iyimserim ben ve yüreğim, her şeyim gelecekle dolu.

Wilhelm Reich, DİNLE KÜÇÜK ADAM!

Devamını Oku..